27 Şubat 2009 Cuma

ESTAĞFURULLAH HADDİMİZEMİ DÜŞMÜŞ

Zaman zaman düşünüyorum, elin bize yaptığı kötülüğü anlayabiliyorum fakat bizim kendi milletimize yaptığımız kötülüğü veya daha hafif bir ifade ile ihmalkarlığ anlamakda zorlanıyorum.

Türk milleti, kendi töresinden gelen ahlak anlayışı ile İslami hoşgörünün kendisine yüklediği misyon gereği bir çok millete özellikle mazlum milletlere kol kanat olmuştur. Avrupada özellikle Balkanlarda ufak tefek bir çok etnik grubu, bu bölgede sağladığı altıyüzyıllık huzur ortamı sayesinde Avrupanın barbar milletleri tarafından asimile edilmelerini önlemiştir. Diğer yandan yine Ortadoğuda özellikle parça parça olmuş Arab milletinin kendi aralarındaki kavgayı, getirdiği yönetim anlayışı ve devlet felsefesi ile sona erdirmiştir.

Yeni feth edilen topraklar sürekli islah ve imar edilmiş ve yerli tebaya da devlete bağlılıkları dışında önemli bir sorumluluk getirilmemiş. Alınan vergiler dahi gelir temin etmenin yanında bir çok yerde de devlete karşı girişilebilinecek çeşitli organizasyonlarda mali güç olarak kullanımlarını önlemek amacıyla alınmıştır. Zaten devlet yabancı tebanın imar ve iskanı ve buna bağlı ihtiyaçlarının giderilmesine yönelik her türlü imkanı sağlıyordu.

İmparatorluğun son zamanlarında yabancı tebaya sağlanan kapitilasyonlar Türk'ün aleyhine olacak başka bir süreci başlatmıştır. Devlete isyan etmeyen hiç bir millet ya da etnik grup tabiri caizce paşalar gibi altıyüzyıl boyunca huzur içerisinde yaşamışlardır. Dahası da var; insanlara tanıdığımız imkanların az olduğunu düşünmüşüz bir de onları saraya almışız. Saraya giren tekfur kızları, paşalara eş olan prensesler ve üstüne üstlük sanki Türklere kıtlık gelmiş gibi devşirme edilen azınlık çocuları sayesinde, Türklerin içinde ama Türkden öte bir sınıf oluşmuş ve maalesef bu sınıf daha sonra asli unsur olan Türk’ü tanımlarken ‘idraktan yoksun’ sıfatını layık görmüştür. Dünyanın neresinde bir millet var ki kendisine hakaret eden düşünceyi, kültürü ya da sınıfı sarayında büyütüp, bünyesinde barındırıp gelişmesine müsaade etmiştir.
Kendisi ile öğündüğümüz, mirascısı olduğumuz Osmanlı İmparatorluğu asli unsur olan Türkleri ve onun kültürünü ihmal ede ede sonunda kendisini imha eden yozlaşmış bir zihniyetin, kültürün oluşmasına imkan sağlamıştır. Zengiliği ile öğündüğümüz bu Osmanlı kültürü Türk’ün geleneksel kültürünü adeta asimile eden ayrık otlarının gelişmesine müsamaha göstermiştir. Hangi dönemde Osmanlı sarayında Karacaoğlan’ın sazını ya da sözüne rastlayabiliyoruz ya da Yunus Emre’nin şiirine. Buradaki kastım Osmanlı kültürünü eleştirmek ya da küçük görmek değildir. Benim söylemek istediğim Türk'ün kendi iradesi ile kendisi adına ama kendisine benzemeyen bir kültürün oluşup gelişmesine sebep olmasıdır. Osmanlıca denen saray dili buna bir örmektir. Bu dil Türk insanının arasındaki iletişimin kopmasına sebep olmuştur. Devlet bir ferman yayınlıyor ama maalesf fermanda ne demek istendiğini devleti yönetenlerle saraya yakın olanlar anlıyor bunun dışında asli unsur olan ne Yozgat’lım ne de Çankırılı insanım bir şey anlamıyordu. Böyle tezatlık olur mu? Özellikle sanatda, edebiyatda bu saray dili kullanılıyordu. Bu olumsuzluğa rağmen ayni süreçde Anadoluda tertemiz bir Türkçe konuşuluyordu. Aşırı hoşgörü ve imparatorluk yapısının doğal sonucu olarak asli unsur olan Türklerin özellikle yönetimdeki etkinliği git gide zayıflamış ve nihayetinde imparatorluğu oluşturan diğer etnik unsurlarla ayni seviyeye çekilmiştir. Devletin Türk kimliği zayıflamıştır. Nihayetinde Türk için ‘idraktan yoksun insan’ tanımlaması yapılarak son nokta konulmuştur. Bu sözü belki hiç bir padişah ya da sadrazam vb. kullanmamışlardır ancak bunu ifade eden bir güruhun sarayda yuvalanıp
Gelişmesine zaman zaman da hakim olmasına sebep olmuşlardır.

Bugün hepimiz biliyoruzki sermaye ve insan emeği köklü bir kültür ile bir arada olduğunda müthiş bir güç haline geliyor. İngiltere buna bir örnektir. Tarihi süreci geriye doğru aldığımızda görüyoruzki İngiltere'nin her dönemde güçlü bir devlet olduğuna müşahade ediyoruz. Çünkü ulus kimliğinden zerre kadar taviz vermeden dünya siyasetinde yerini almış, etkinliğini muhafaza etmiştir. Fransa, Almanya, Japonya, Çin vb. gibi.
İngiltere gittiği, işgal ettiği her yerde İngiliz kültürünü hakim kılmak, en azından empoze etmek istemiş ve buna da muvaffak olmuştur. Osmanlı, döneminde gönülleri feht etmeye düşünmüş, İngiltere gibi ülkeler ise İngiliz milletinin istikbalini kazanmayı düşünmüş. Bugün İngilizcenin dünyada hakim dil olmasının tek nedeni bundandır. İngilizce öğretmek başta İngiltere olmak üzere bir çok ülkede adeta turizimde olduğu gibi bacasız bir sanayi haline gelmiştir.

Peki biz Türkler Adriyatikten Çin seddine kadar uzanan bir çoğrafyada konuşulan dilimizi, hadi diyelim İngilizce kadar olmasa bile niçin beynelminel, konuşulan bir dil yapamadık. Çünkü övünmemize en çok vesile kıldığımız unsurlarımız, kıymetlerimiz buna mani olmuşlardır.. Mevlana gibi bir övünç kaynağımız eserlerini Türkçe yazmamış. Osmanlı gibi bir devletimiz resmi dilini Türkçe yerine Osmanlıca denen yapay bir dile dönüştürmüş. Yani devletin resmi dilinden tutalımda edebiyatına kadar kullanılan ana unsurlar, Türk menşeyli değil Arab, Fars biraz Türkçe ve diğer unsurlar olmuştur. Bir devletin dilinde ve edebiyatında, devletin hakim olan unsurunun yani ırki kimliğinin dili kullanılmıyorsa bu devletin akibeti ne olabilir ki? Devlet, ordu hariç her yönüyle homojen bir görünüm almıştı.

Ordu genellikle Türk askerlerinden oluşuyordu. Türkler’in savaşmanın dışında fazla bir görevi yoktu. Sermayeye dayalı her türlü işler azınlıklara bırakılmıştı. Avrupa sanayi devrimini gerçekleştirirken Türkler buna iştirak edemediler. Çünkü serhat boylarında nöbet tutmaktan dolayısıyla savaşmaktan sermaye oluşturmaya vakit bulamayan Tükler, kendi aralarında Türk burjuvasisini oluşturamamışlardır. Sermayenin ve emeğin yerli olmadığı durumlarda hakimiyetinde Türkler tarafından sağlanması düşünülemezdi. Yabancı sermaye üretime katkı sağlar ama hakim unsur olduğunda istediği zaman ülkeyi zaafa uğratabilir. Bu nedenle Atatürk ilk önce yerli sermayenin güçlenmesi için önayak olmuş ve devlet eliyle fabrikalar, tesisler kurmuş, kurduğu İş Bankası yoluyla krediler dağıtmıştır. Kol gücünün de o zaman için köylüye dayanması nedeniyle (maalesf en güçlü semaye köylü insanımızdı) ‘Köylü milletin efendisidir’ diyerek köylüyü onura etmek ihtiyacı duymuştur. Maalesf belki çok acıdır ama ifade etmekten geçemiyeceğim, Osmanlı; Türk’ü köylü düzeyinde bırakmış, azınlıkları efendi yapmıştır. En büyük Türk milliyetçisi Atatürk de Türk’ün bu kaderini tersine çevirmeye çalışmış ve Türk köylüsünün efendi olduğunu ifade ederek işe başlamıştır. Bu nedenle de Atatürk milli bir devleti yani Türk’ün adına kurmak istediği devleti inşa ederken en büyük sermayesi yine en milli kalmış olan Türk köylüsüydü.

Bütün bunları niçin anlatmaya çalıştım?

Özellikle tatile gittiğim yerlerde, geçmişten günümüze kadar gelmiş olan eserlere ve kalıntılarına bakıyorum, onları inceliyorum. Tükiye’nin büyük bir kesiminde Osmanlı eserlerine rastlayamıyorum. Buralarda Osmanlı İmparatorluğu döneminde üretime katkı sağlayan bugünkü manada fabrika yada işletmeye statüsündeki birimlere rastlayamıyoruz. Oysa bugün Bosna’da Bulgaristan ve Yunanistanda bir Ege ve Karadenizde olduğundan daha çok Osmanlı eseri var. Yani bahsettiğim bu yerlerden daha önce Türkleşmiş olan Anadolu’nun bir çok bölgesi devletin nimetlerinden mahrum bırakılmış. Bir yerde devletin ne kadar eseri varsa orada devletin o kadar gücü ve ilgisi var demek değilmidir. Maalesef işte bu bölgelerde Türkler kendi hallerine terk edilmişler, doğal olarak da gelişmenin ve sermayenin buralara yayılması sağlanamamıştır. Türkler ufak çaplı esnaf seviyesinde, zanaatkar olarak kalmışlardır. Bu dahi ahilik teşkilatlanması sayesinde sağlanabilmiştir. Bu yapının kaynağında da Türk ahlak anlayışı vardır.

Bir zamanalar kimliğimizi, Türklüğümüzü feda etgtiğimiz serhat boylarındaki milletler bugün hakkımızda ne düşünüyorlar? Bosna da Türkçe konuşulması yasaklanmış, Yunanistanda Türklere Türk denmesi devletin resmi literetuarında yoktur. Arnavutluk da Türkçe bilen Arnavutlar kasden Türkçe konuşmuyorlarmış( TRT spikerinin beyanı)
Anadolu’nun bozuk yollarında katırlar dahi yük taşıyamıyorken Hicaz’a demir yolu yapmışız. Bugün ise Suudiler Osmanlı’nın hatırası bir kaleye bile tahammül edememişlerdir. Bütün Arab çöllerini kutsal mekanlar diye ihya etmişiz onlar ise bugün batının dümen suyuna girmiş işbirlikçiler olarak karşımıza çıkıyorlar. Mehmetçik katillerini koruyorlar. Müslümanlığımız adına onlara çok şey vermişiz ancak müslüman olmalarına karşı onlardan hiç bir zaman emin olamamışız. Birtanesi olsun KKTC’yi tanımadı.

İşte bütün bu süreçler aklımdan geçtikçe Osmanlı İmparatorluğuna sitem ediyorum. Türklüğe bilerek veya bilmeyerek zarar vermiş kişi, millet, imparatorluk kurum ya da kuruluş her kim olursa olsun dile getirmek bir Türk olarak vicdani sorumluluğumdur.
Türk’ü sevmek; bir ibadet kadar rmakbul, soğuk kış gününde, kuytu bir köşede, iliklerimize kadar hissedebildiğimiz,
tepemizdan aşağı ılık ılık akan sıcak su kadar azizdir.


Bir Türk olarak içimi dökmek istedim, hespisi bu kadar.
Osmanlıya kem sözmü söylemek,
Haşa, estağfurullah, tövbe tövbe, haddime mi düşmüş(!)


Mehmet Soral