30 Aralık 2014 Salı

DEMOKRASİ AYININ ALTINA KAÇMIŞ

Sohbet ediyoruz muhteremle; devlet, millet meselelerini.
---Üstat ülkede gittikçe ayrışma, saflaşma ve doğal olarak kinlenme süreci yaşanıyor; bu gidiş hayra alamet değil'' diyorum.
---Senin ne düşündüğün değil, milletin ne düşündüğü önemli; AKP'nin oyları %48'lerde, sandığın dediği olur'' diyor.
---ama Galile dünyanın yuvarlak olduğunu söylediği zamanlarda, bugünkü manada demokrasi olsaydı, kurulacak sandıktan Galile'nin dediği değil, sandığın dediği yani dünyanın düz olduğu zannı kabul edilecekti; ne yapacağız şimdi. Halkın eğitim düzeyi, ortalamanın üstüne çıkamadığı sürece, demokrasinin de bekleneni vermeyeceği aşikar. Yani demokrasiden beklenen olumlu sonuç halkın eğitim düzeyi ile doğru orantılı. CHP ve MHP seçmen kitlesinin eğitim düzeyi yüksek olmasından dolayıdır ki hep iktidara uzak kalmışlardır. Garip bir çelişki.
---kardeşim bunun eğitimle ne ilgisi var; her şeyi sandık belirler.
....
Konu bişekilde değişti çocuklarımızdan bahsetmeye başladık.
---Benim kızın talipleri var, pek karar veremiyorum
---Hayırlısı olur inşallah. Kararsızlığın nedeni ne?
---Çocuğun ailesinin maddi durumu iyi ancak tahsili zayıf; ama ne varki kız gönlünü kaptırmış.
---Deminden beridir ahkam kesiyorsun; eğitim değil, sandık önemli diyorsun; eğitimli oyla, eğitimsiz oyun ''özgül ağırlığı''nı taraftarlık adına dikkate almıyor, ülkenin yönetimine yansımasını gözardı ediyorsun ama kızına talip olanın eğitimli olmasını istiyorsun. Oy kullanırken aynı zamanda senin kıymetlin, göz nurun olan ülkeni, milletini; aynen evladın gibi birilerinin uhdesine devretmiş olmuyor musun. Burada niçin eğitim sorgulaması yapmıyorsun.
....
Şimdi birileri diyecek ki, ''iddiaların sandık iradesisne hakaret'' peki sandığın ortaya çıkardığı sonuç insan zekasına hakaret olursa ne yapacağız.
Bir soru
AKP bugün dünya tepsi gibidir iddiası ile bir seçime katılsa oy oranında sizce ne kadar olur.
Benim iddiam; bugünkü siyasi oy oranına yakın olur, fazla oynamaz. Çünkü mesele demokrasi ile mükemmele erişmek değil, algı oluşturup, başarılı bir şekilde idare edip, iktidarı kucaklamaktır. AKP'nin ve liderinin başarısı da budur. Halkın eğitim ortalaması ne ise; demokraside o kadardır.

Ne kadar ekmek, o kadar köfte.
Mehmet Soral

21 Aralık 2014 Pazar

CART CURT ÖRGÜTÜ

An itibariyle;
İktidarı Tayyip Erdoğan'dan alarak, ülkeyi yönetmeye talip olmak isteyen ne parti, ne de lider var. Türkiye'nin yapısı o kadar içinden çıkılamaz, halledilemez problemlerle girifit bir hal aldı ki; alternatif liderler sanki ''aman aman benden uzak dursun; bu işlerle uğraşamam; ağrımayan başıma çaput saramam'' demektedirler.
Gerek CHP gerekse MHP açısından, tam da AKP-CEMAAT iktidarının kendilerine malum kasetlerle kurdukları kumpası sorgulamak için fırsat doğmuşken; bunu yapmıyorlar. Niçin olabilir acaba? Bu şerefsizlikleri yapanların deşifre olmasından niçin çekiniyorlar; yoksa bu işlerin içinde, kendilerini ilgilendiren ve cevabını vermekten korktukları başka hususlar mı var; ''gündemi ancak sen belirlersin'' diye Tayyip Erdoğan'a verilmiş sözleri mi var?
Adamlar bilmem ne ''cart curt'' örgütüne kumpas yapıldığını ileri sürüp, bu 'mağduriyetten' hareketle hasmına savaş açıyor ama sen; seni yerin dibine batırmak, ortadan kaldırmak isteyenlerin peşine düşüp, hesap sormayacaksın, olacak iş mi? Belki de dava bile açılmadı.
Malum kaset kumpasları MHP'yi %20'nin üstüne çıkmasını, %10'un altına düşmesini önlemeye yönelik yapılmıştır.
Deniz Baykal için ise; Tayyip Erdoğan'ın siyasi yasağını kaldıran pişmanlığını telafi etme ve ulusalcı kimliği ile CHP genel başkanlığında kalmasını önlemeye yönelik yapılmıştır.
Cart-Curt örgütü hakkını arıyor; somut delillerle kumpasa tabi olanlar oralı bile olmuyorlar...
Garip değil mi?
Mehmet Soral

soralmehmet@hotmail.com

ŞEKERCİ DÜKKANI

Üsküdar Balıkçılar çarşısında şekerci dükkanı. 
Bir an için çok eskilere, çocukluğuma gittim... Elma şekeri, şemsiyeli çikolata, fındıklı, fıstıklı, naneli lokumlar ve nihayet akide şekeri eşliğinde içilen çay. Ortası sıkılmış çay bardağı ve altında kırmızı damalı porselen tabağı... 
Bir ara çayı ''kupa'' da içme hastalığı depreşmişti. Bu tarzı oldum olası tasvip etmedim. Lüks otellere gittiğimizde, çay istediğimizde hemen önümüze fincanda veya kupada çayı ''dayıyorlardı (veya dayatıyorlardı). Çayı cam bardakta istediğimizde ''böyle bir servisimiz yoktur efendim'' diyerek güya modernliği sözüm ona empoze ediyorlardı. Çok şükür bu aralar tekrar eskiye dönüş oldu ama gene bir eksiklik var, bu sefer çay bardağının büyüklüğü normalinin iki katına çıkardılar. Doğal olarak içilen çay hemen soğuyor. Oysa Türk usulü çay oldukça sıcak içilir. Kardeşim ben onu bunu bilmem; bir şeyi aslına uygun ve hakkını vererek yapmalıyız. 




















2 Aralık 2014 Salı

BARAJ MESELESİ

Siyaseti ''ahlakla bezemek'' için %10 barajına razı olmak mümkün değil. Hani zaman zaman dilimizden dökülür; '' Allah doğrudan yanadır'' deriz ya; %10 barajının kaldırılması da siyasi ahlakın gereği; Allah'ın doğrudan yana olduğu kadar doğrudur.
%10 barajı demek, seçmenin %10'nu yok farz etmektir, insan yerine koymamaktır. Güya yönetimde istikrar adına %10 barajı konmuş. Bu olsa olsa makamları gasp edenlerin, gasplarının devamında istikrarı sağlamaktır. Kanaatimce en kavrayıcı ve en katılımcı yönetim, parlamenter sistemlerde koalisyon hükumetleridir. 12 Yıldır yönetimde istikrar sağlandı ama bir defa olsun siyasi parti liderleri bir araya gelip, medenice el sıkışıp, muhabbet ettiklerine şahit olmadık. Oysa koalisyonlarda en azından bu özlenen tablo gerçekleşecektir.
Falanca, filanca partinin önü kesilmek istense de; BDP'nin meclis içinde olsa da, olmasa da; yapmak isteyip de yapamadığı ne kaldı Allah aşkına. Yine MHP'nin %3 seviyelerindeki oy oranına sahipken Türk siyasetindeki ''etkinlik'' gücünün ne olduğunu çok iyi hatırlıyorum.
%10 barajına değil, siyasi ahlaka sığınmak ve gereğini yapmak gerekir. AKP hiç bir zaman barajın kalkmasını istemeyecektir; zira diktatörlüğün ruhuna aykırı. Bence MHP bunda da ''hodri meydan'' demeli
Mehmet Soral
soralmehmet@hotmail.com

ATATÜRK KOMPLEKSİ

Başbakan Davutoğlu bugünkü grup toplantısında; "kongrelerimize başladık. İlk kongremizi 23.7.2014 de Erzurum'da yani Erzurum kongresinin yapıldığı; dadaşların milli mücadeleyi ateşledikleri diyarda yaptik; sonra Balıkesir'e yani Vehbi Bey'in Atatürk den önce başlattığı Kuvvai milliye hareketinin başladığı şehre geçtik" diyor.
Dikkatimi çeken yine hükumet ehlinin malum Atatürk kompleksi; Erzurum kongresinden bahsediyor; kongreyi milat kabul ediyor ama Atatürk ten hiç söz etmiyor; Balıkesir'e geçiyor ve yine bu sefer Atatürk den bahsediyor ama negatif anlamda vurgu yaparak "daha Atatürk Samsun'a çıkmadan önce" ifadesini kullanıyor, aklı sıra bilinenin dışında farklı bir istiklal mücadelesi kronolojisi belirlemeye çalışıyor.
Nihai olarak gelmek istediğim nokta şu ki; Türk'ten öte her şeyin içine boca edildiği kimliğe dayalı yeni devlet inşası düşünülüyor ve bunu yaparken de kendi uydurdukları "Kürt sorunu"nu kullanarak Kandil, BDP ve PKK ile ''sen oradan ben buradan'' taktiği ile işbirliği yaparak gerçekleştirmek istiyorlar. Yani Türk milletine kalleşçe bir oyun tezgahlanıyor. Ve yine kalleşçe, kendilerine anlayacakları dille cevap veremeyen merhum Atatürk'ten intikam almak istercesine, her vesile ile onu değersizleştirmeye çalışıyorlar.
Bütün bu kompleksin nedeni; Türkiye'nin 'Milli Türk Devleti'' olarak kurulmasının baş mimarının Atatürk ve onun gibi Türk milliyetçilerinin olmasıdır.
Papa'nın; onun, bunun, şunun elini eteğini öperlerken rahatsızlık duymayanlar; Atatürk'ten rahatsızlık duyup; Atatürk referanslı her türlü varlığı ve değeri küçümseyip, etkisizleştirip hatta ortadan kaldırmak istemektedirler. Papa kendilerine Atatürk'ten daha mı yakın.
Çözüm süreci denen şey sanıldığı gibi sadece PKK'nın devlete karşı sürdürdüğü silahlı mücadele ve terör ile gelinen süreç değil; AKP hükumeti ile başlayan ve bunun için de meşhur Ergenekon ve Balyoz davalarının da dahil olduğu bir süreçtir. Çünkü sözüm ona ''Barış süreci''ne gelinebilmesi için buna engel teşkil edebilecek muhtemel milli duruşların pasifize edilmesi gerekiyordu; bunun için de ilk önce işe ordudan başlandı, komutanlar içeri alındı; ''güçlü Türk Ordusu'' algısı yerine sessiz ve tepkisiz ordu algısı oluşturuldu; öte yandan siyaset de dizayn edilmek istendi; MHP'ye ve ulusalcı CHP genel Başkanı Deniz Baykal'a kaset tuzakları tezgahlandı ve böylece önce açılım, sonra barış süreci denen sürecin önü açılmış oldu.
Açılım sürecinin vebali tabi ki her zaman olduğu gibi önce ABD, sonra AKP ve Cemaat'dir. Peki niçin kavga ediyorlar; Türk milleti için mi; elbette ki değil. Bütün olup bitenler iktidar mücadelesidir.
Mehmet Soral
soralmehmet@hotmail.com

30 Kasım 2014 Pazar

SAYIN BAHÇELİ'NİN TUNCELİ ZİYARETİNİ KÜÇÜMSEYENLERE KAPAK OLMASI DİLEĞİYLE

Yazık...
az gelir bence; yuh olsun size.
Kandan beslenmek istiyorsunuz anlaşılan.
Kan gövdeyi götürmedi diye ne kadar da üzüldünüz değil mi? Aslında Sayın Bahçeli Tunceli'ye giderek devletin kaybolan itibarını kurtarmıştır. Cumhurbaşkanı ve Başbakanın belli ki artık fiili olarak kafalarında başkalarının inisiyatifine terk ettikleri vatan toprağına; sinsice gerçekleşmesini arzuladığınız ama gerçekleşmeyen bütün risklere rağmen; Sayın Bahçeli Tunceli ilimizi ziyaret ederek devletine sahip çıkmıştır.
Malum Ziyareti küçümseyen; zavallı ve aynız zamanda kandan beslenen sülükler;
Tunceli'ye gidilemeyeceğinden bahsedenlerden utanç duymanız gerekirken; oralar da vatan toprağımızdır diyen Sayın Bahçeli'nin yaptığını küçümsemeniz; aslında şaşkın ördeğin kıçı ile suya dalması durumudur. Umduğunuzu bulamadınız, kan dökülmedi diye hayal kırıklığı içinde şaşkına döndünüz değil mi? Ben şahsen bir başbakan veya cumhurbaşkanının, bir siyasi partinin ülkenin bir bölgesine gidemeyeceği şeklindeki ifadesinden utanç duyuyorum ve kınıyorum. Bu laf aynı zamanda ''ben bu ülkede muktedir olmayan, acziyet içinde bir zavallıyım'' demektir. O bölgeye gidip, gidememek muhalefetin sorunu değil, orada devlet otoritesini sağlayamayan ve devleti yönetenlerin sorunudur. Utanmak size, gurur bizedir vesselam.
Evet; çift yönlü yollar, tüneller üst geçitler, alt geçitler, tüp geçitler; milletin bağrına saplanmış hançer yarasının gölgesinde kalmıştır. Yapılan bu güzel şeyler günahlarınzıın kefareti olamayacaktır bunları bilesiniz.
Mehmet Soral
soralmehmet@hotmail.com

BAHÇELİ'NİN TUNCELİ ZİYARETİ


Sayın Bahçeli'nin Tunceli'ye gitmesine tahammül edemeyenler; şimdiye kadar mezhep olarak Alevilik, etnik olarak Kürtlüğe sığınmış, kendilerini bu şekilde kamufle etmiş dönme Ermenilerdir.
Özbe öz Türk olan ve bir yerde Türk kimliğinin otantik olarak en orijinal şekli ile varlığının devamını sağlayan, sürdüren; bir Sünni Türk olarak şahsen kendilerine minnet ve şükran duyguları ile saygı duyduğum, Türk oğlu Türk Alevi kardeşlerimizin; bu malum ziyaretten rahatsızlık duyacaklarına inanmıyorum.
Dönme Ermeniler ve onlarla işbirliği yapan maalesef ülkeyi yönetme konumunda olanlar Sayın Bahçeli'yi sınamak istediler, cevabını da aldılar. Tereyağından kıl çeker gibi, sorumluluk içerisinde, hükümetin ve dönme Ermenilerin oyununa gelmeyerek hatta oyunu bozarak, güzel ülkemizin güzel bir şehrini ziyaret etmişlerdir. Etnik ayrımcılıktan nemalanarak bir seçim sürecini daha başlatmak isteyen AKP ve onun hükümetinin; Sayın Bahçeli ve MHP üzerine yeni senaryoları tutmamıştır. İnşallah Sayın Bahçeli yıllardan beridir kendisinden beklenen bu davranış ve tarzın bundan sonra da devamını getirir ve tekrar millet için umut haline gelir. Kendisini tebrik ediyorum.
Mehmet Soral
sorlmehmet@hotmail.com

24 Kasım 2014 Pazartesi

ATATÜRK DÜŞMANLIĞININ GERÇEK NEDENİ


Habertürk TV de ''öteki gündem'' programında konuklar; Yavuz Bahadıroğlu ve Namık Kemal Zeybek. Konu Atatürk ve Din.
Sunucu Yavuz Bahadıroğlu'na '' Atatürk'e herhangi bir nedenden dolayı teşekkür edebileceğiniz cümleniz olabilir mi'' dedi. Cevap ''hayır olamaz'' dedi ve peşinden ''benim referansım, rehberim Peygamber efendimiz'' diyerek cümlesini tamamladı.
Muhafazakar radyoların gür sesli müdavimi , fularlı aynı zamanda yavuz bıyıklı bu herif; edebiyat, tarih, din felsefe denince salıveriyor kendini engin denizlere... Çorbayı kaynatan, kazanç kapısı veya diğer bir ifade ile ekmek teknesi Atatürk düşmanlığı olunca; engin denizlerde dur durak bilmeden, yelkenleri şişirip sürekli pirim yapmaya çalışıyor. Aklı sıra Atatürk ile Peygamberimizi aynı referans üzerinden karşılaştırıyor ve bu durumda kendisinin Hz Peygamberden yana olduğunu söylüyor. Mademki her manada liderin Hz. Peygamber, peki niçin bir mezhep imamına tabisin. 
Yavuz bıyıklı, fularlı herif; Hz. Peygamber benim dinen manevi liderim; Atatürk ise milli liderim. Sizin bu Atatürk düşmanlığınızın bir tek nedeni var o da eğer biraz üzerinize gidilirse Türk olmadığınız ortaya çıkacak ve bunun üstünü örtmek; ''Türk olmamak'' gibi bir bahtsızlığa duçar olmanın yarattığı ezikliğiniz maalesef sizleri bu noktalara; Nankörlük mertebesine yükseltmiştir.
İslam dininin '' Atatürk'ün hiç bir şeyi için teşekkür cümlesi kullanmam'' sözünüzü makul karşılayacak kadar nankörlüğe pirim vermesi mümkün mü?
Evet Atatürk'ün elbetteki bir kabahati vardı; kendisinden bu kadar nefret edebilecek nankör bir güruhun kök salmasına ve başımıza tebelleş olmasına imkan sağlayacak; demokrasi denen bir nimeti hediye edip gitmesidir.

Ağzınızdaki baklayı çıkarın artık. Maalesef Osmanlı zamanında; Türk'ün asli unsur olmasını bırakalım, adının telaffuz edilmesine bile tahammül edilemediği bir dönemde; Türk milliyetçiliği üzerine düşünüp, kafa yoran Mustafa Kemal Atatürk'ün Türk'ü asli unsur kabul edip, adı üzerine Türkiye Cumhuriyeti Devletini kurmuş olmasıdır. Bütün rahatsızlıkların ve tahammülsüzlüklerin nedeni budur. Kaldı ki, bir insanın ne kadar Müslüman olup olmadığı beni ilgilendirmez ama ne kadar nankör olduğu çok ilgilendirir ve çok önemlidir. Kısaca bütün mesele Atatürk'ün Türk olmasıdır. Her Müslümanım diyene kefil olamam ama her daim hak, hukuk ve adalet konusunda emin olunan kişiye kefil olabilirim; dini başka olsa da. Hz. Peygamber'e peygamberlik görevi gelmeden önceki sıfatı; hak, hukuk ve adalet konusunda emin olunan kişi olması değil miydi.
Bizler daha iyi Müslümanız diyenler değil mi; hak, hukuk ve adaleti yerle yeksan edenler... 
ve bunlardan öğrenmiyor muyuz; kumpasın alasını; kalleşliğin daniskasını.
Hiç yakışıyor mu bunlar; Müslümanım diyenlere. Sayenizde öğreniyoruz; İslam dışı olan her şeyi.

Mehmet Soral
soralmehmet@hotmail.com

18 Kasım 2014 Salı

GAZ LAMBAM


1970’li yıllar…
Masamda gaz lambam…
Kontrplaktan yapılmış gecekondumuzun tavanından sızan yağmur  damlalarının ‘’şlap, şlap’’ sesleri
beynime bir mıh gibi çakılıp, sonra içine düştüğü plastik leğen, odamın ortasında. Üşüyen bacaklarımı  battaniye ile örterek ısıtmaya çalışırken, gaz lambamın ışığı ideallerime giden yollarımı aydınlatıyordu sanki.
İlk heceleyebilmeyi onun ışığında becerebildim; onun aydınlığında okumayı  söktüm ve Salih öğretmenimin yakama taktığı kırmızı kurdeleyi  onun sayesinde başardım. Elif'e yazdığım ilk aşk şiirimi ve sonrasında  ‘’teneffüste buluşalım mı’’ arzu halimi onun sayesinde dile getirebildim. İlk defa ‘’aydınlığı karanlık’’ onun sayesinde yaptım; öksürdüm ve söndürdüm. Yine ‘’karanlığı aydınlık’’ onun sayesinde yapmışım; annem öyle söylüyor.
Belki de ilk  sarhoşluğumu  onda tattım. Uzun gecelerde gaz fitilinin kirliliğinden isli çıkan alevin saldığı kokunun ince belli camından çıkarak yayıldığı odamda;  genzimi yakması, baş dönmesi  ve  kusmalarım onun sayesinde oldu.
Ve nihayet bazılarımız bu yerlere gaz lambamızın  ışığında; karanlığı aydınlık yapa yapa, bazen de kusa kusa geldik.  
Haydi varmısınız!
Işık huzmelerinin göz kamaştıran ihtişamı ile aydınlanan ‘’sarayların’’ bacalarından çıkıp tüm şehri  saran pis kokulardan kurtulmaya; daha onurlu, mertçe ve delikanlıca gaz lambamızın mütevazi ışığında aydınlanmaya, gerekirse kusmaya...
Varmısınız? 
Mehmet Soral
soralmehmet@hotmail.com

11 Kasım 2014 Salı

NAMUS DENEN ŞEY

Birileri ar ve namus sınırlarını zorlayacak, yol açacaklar ki arkadan gelenler kolay geçsinler diye. Sanki bunun için seçilmiş birileri var ve bilerek yapıyorlar.
Adama soruyorlar ''boşandığın kadının daha önce boşandığı adamla program yapmayı Reyting amaçlı mı düşündün?'' cevap; ''ne alakası var'' diyor.
Ulan bula bula, boşanmış olduğun ama hala beraber yaşadığın(bu da nasıl oluyorsa) kadının boşandığı ilk kocasını mı buldun.
Senin ne hıyar olduğun, ne kadar abuk, sabuk ve çarpık insan olduğun hiç önemli değil; önemli olan maalesef, ne yazık ki bazen evimizde, bazen elimizde okuduğumuz gazetede oluyorsunuz. Yaptığınız şeylerin, verdiğiniz görüntülerin televizyonlarda, gazetelerde sürekli tekrarı zamanla kanıksanarak, normal şeylermiş gibi algı oluşturuyorsunuz; tehlikeli gördüğüm işte budur.
Reyting'in ahlak kabul etmez kaideleri gereği ve sizlerin ar ve namusu zorlayan cesaretinizin verdiği cüretle bir şeyler yapıyor, evinizde yaşadığınızı sokakta yaşamaya başlayarak toplumun genel kabul gören kurallarını zorluyorsunuz.
Belki ukalaca herkes kendisinden sorumludur desen bile işi çığrından çıkarmaya hakkın yok. Ahlak kuralları yazılmamış olsalar bile asgari müştereklerde doğruluğu kabul görmüş ve üzerinde mutabık kalınmış kurallardır. Nasıl ki kanunlarla yaptırıma tabi tutulmuş sorumluluklarımız varsa, özellikle insan vicdanının yüzyıllardır tecrübesi ile oluşturduğu genel ahlak kurallarına; içinde yaşanılan toplumun huzuru, selameti açısından uyulması gerekli kurallar, normlardır. Toplumun belki de yüzyıllardır yaşayıp, topluma kazandırdığı kuralları senin keyfin istiyor diye fütursuzca ihlal edemezsin.
Dolayısıyla; midenin kaldıracağı her pisliği yiyebilirsin amenna ama hiç olmazsa bizim yanımızda yeme be kardeşim. Programda ne konuşacaksınız? Her ikinizin de eski karısı olan ve de şu anda beraber yaşadığın birisinin huyunu, suyunu; yaptığı yemekleri mi tartışacaksınız. 
Köpeğimi takip ediyorum, o bile işeyeceği uygun yer arıyor her seferinde.
Mehmet Soral

10 Kasım 2014 Pazartesi

''ATAGÜRCÜ'' DENEN ADAM

Gene aynı şeyi yaptı; ''Gazi Mustafa Kemal'' diyor arkasını getirmiyor. Birçoğumuz bunun ''Atatürk'' kompleksinden kaynaklandığını, onun için ''Atatürk'' demediğini sanıyoruz.
Ey dostlar bütün mesele ''Türklük'' meselesidir. Eğer Atatürk'ün soy ismi ''Atagürcü'' olsaydı inanın bunu çok rahat söyleyecekti.
Eskiden çocuklara; mesela ''Muhammet'' gibi isimleri koymamak gerektiğini zira çocuğun bu ismi kaldıramayacağı şeklinde dikkat çekilirdi. ''Atatürk'' soy ismini etnik özürlü kimseler hiç kaldıramadılar, hazmedemediler.
Soy isimdeki Türklük vurgusu birilerine çok ağır geldi. Bu ağırlığı kaldıramayanlar, yiğide hakkını vermedikleri gibi Türk'e hep bedel ödetmeyi yeğlediler. En çok zoruma giden de başka milletlerin zulmünden kaçıp, kucağımıza sığınan ve hiç yüksünmeden bağrımıza bastığımız etnik kimliklerin devletimizin ve milletimizin mukadderatında inisiyatifi ele geçirip; devletimize, milletimize, anımıza, şanımıza ortak çıkmalarıdır.
Aslında Bilge Kağan Atamızın sanki bugünler için söylemiş olduğu
''Ey Türk titre ve kendine dön''
''Çin'in güzel ipeğine ve güzel kızlarına kanmayın''
sözleri üzerinde tekrar tekrar düşünüp, tedbirlerimizi de almalıyız.
İslam'ı üzerlerine kamuflaj yapmış; Türklük düşmanı, etnik özürlü softalara dikkat edelim. İmanımız gereği aynı safta namaz kıldığımız bu insanlar bizleri tarih boyunca kandırmışlardır.
Mustafa Kemal'in Atatürk soy ismini almasındaki gizli mesaj da bu olsa gerek;
''Devletini yönetenin Türk soylu olmasına dikkat ediniz''. Bütün rahatsızlıkların kaynağı bu mesajdır.
Dolayısıyla;
Atatürk'ün soy ismine bir ilavede ben yapayım
Ruhun şad, mekanın cennet olsun; ''Türkoğlutürkatatürk''
Etnik kimlikleri farklı çok değerli dostlarım, tanıdıklarım var, ülkemizde de vardır elbette ki onları tenzih ediyorum. Nasıl ki Türklerin içinde bu kadar hainimiz varsa farklı etnik kimlikte devletimize, milletimize sadık insanlarımız da olacaktır şüphesiz.
Mehmet Soral

8 Kasım 2014 Cumartesi

DUKHA HALKI; KAYIP TÜRKLER


En eski Türk topluluklarından olduğu belirtilen Dukhalar ile ilgili belgeseli izlerken geçen
''Doğayı kirletmemek için ellerini nehirde yıkamıyorlar'' sözü tüylerimi tiken tiken etti.
ister istemez bir Türk olarak bugünkü halimizi dikkate aldığımda'' acaba bizi medeniyet mi kirletti'' diyesim geliyor.

Bir başka aklıma takılan husus da şu ki;
Millet olarak Araplar sayesinde İslamla şereflenmişiz. Türklerin zaten inandığı ''görünmeyen Tanrı'' (Gök tanrı) algısına hiç de ters düşmeyen İslam inancını kabul etmemiz kolay olmuş. Türk gelenek ve görenekleri  ile  İslam inancının ''medenice buluşması, örtüşmesi '' İslam'ım yaygınlaşması ve medeni aleme, insanlığa umut olması biz Türkler sayesinde daha kolay olmuştur.
Peygamber Efendimizin torununu boğazlayan, başını gövdesinden ayıran bir zihniyet (Arap ahlakı) İslamı hangi şerefle temsil edip, Türklerin öncülüğünde geldiği en muteber bir noktaya gelebilirdi ki,.
Ancak maalesef ve tekrararen söylüyorum ki maalesef; Türklerin inisiyatifinin Türk devletlerinin yönetilmesinde devre dışı bırakılması, sorumluluk makamlarına gayri Türklerin gelmesi geleneksel Türk devlet anlayışındaki ''geni'' bozmuş ve buna paralel olarak Arapların da sürekli cahiliye dönemi adetlerine dönmeye meyilli olmaları; medeni alemle buluşamama, kucaklaşamamak gibi zafiyetlerine bizim insanımızın da ''İslamdan dır'' sanıp, onlara uymaları bugünkü sonumuzu hazırlamıştır.

Ne gariptir ki, Türklerin maddi imkanları arttıkça buna paralel olarak Hac ve Umre ziyaretleri de artmış; ancak bununla ters orantılı olarak da Hac ve Umre ziyaretlerinde sanki Türklüklerinden bir şeyleri bırakıp, Arap'ın aslında İslamın özüne de ters geleneklerini alarak dönmüşler; daha sonra başta Rahmetli Erbakan ve onun silsilesinden gelen efradı politikaya girerek, siyasi arenada yer almışlar; Türk'ü anlatmaktan ziyade Arab'ı anlatmayı yeğlemişler; böylece kastettiğim bozulmaya tuz biber olmuşlar; Türk olduğunu söylemekten imtina eden nesillerin türemesine vesile olmuşlardır.
Bunun tek reçetesi ‘’Türkleşmek, İslamlaşmak ve muasırlaşmak’’tir. İslam’ın bayraktarlığı konusunda Türk inisiyatifi devre dışı bırakıldığından beridir İslam coğrafyasında kan ve göz yaşı dinmemiştir.  Bu nedenle üzerinde yaşadığımız bu coğrafya da 36 etnik kimliğin ismini sürekli telaffuz  etmek marifet değil, marifet bu toprakları olabildiğince Türkleştirmek dir. Bunu ifade ederken maksadım zulüm ve çifte standart uygulamak değil; İslam algısını zirveye çıkaran Türk-İslam ahlak ve faziletinin kucaklayıcı, kavrayıcı hoşgörüsünü hakim kılmaktır. Zorbalık; asla…
Devletimin ve milletimin geçmişine, geleceğine ortak olmak isteyenlere gelince;

''Dörtnala gelip Uzak Asya'dan
Akdeniz'e bir kısrak başı gibi uzanan
bu memleket, bizim.''

Beş bin yıldır buralarda olduğunu iddia edeceksin; bu topraklarda milletler doğup, milletler ölürken; sen gelene de gidene de paşam diyeceksin...?
Söyleyin o ölü milletlere (nasıl olur bilemem) ilk önce ödediğimiz bedelleri geri versinler, sonra hesaplaşmamız sizinle belki  daha kolay olacaktır.
Mehmet Soral
soralmehmet@hotmail.com

26 Ekim 2014 Pazar

OYLA OYNAŞAN, YOSMA İLE FİNGİRDEŞEN NAMERTLER...?

Kanları ile kucaklaşan yiğitlerimiz

Açılımın saçılımın mimarları, akıl hocaları; sizler ''oylarla'' oynaşıp, yosmalarla fingirdeşirken duyamazdınız tabi ki dışarıda ırzına geçilen körpeciğin feryadını. Günaha ortak oldunuz, ''kirlettiniz'' hep beraber genç kızın namusunu. Irz düşmanı deyyus, birazdan kapınıza dayanıp, sizleri de isteyecek, bilesiniz.

Üç vatan evladı; canımız, ciğerimiz kalleşçe ve en namertçe arkalarından kurşunlanırken, sizler bu kurşunları sıkanlarla izdivaç yapıp, gerdeğe girmeye hazırlandınız namertler.
Bütün bunlardan habersiz sabahı bekleyen ey ahali; gün ışıdığında seni bekleyen felaketin farkında mısın; ''uyuya kalmışım, nasıl sabah oldu bilemedim'' demek seni kurtaracak mı?
Oysa mahallenin delisi sabaha kadar bir şeyler söyledi; feryat etti ama duymadınız; dinlemediniz nede olsa ''deli'' dediniz umursamadınız. ''Oylarla'' oynaşıp, yosmalarla fingirdeşen ahali; buna siz sebep oldunuz,siz istediniz.

Kalleşçe ve namertçe vurulup toprağa düşen, kendi yalnızlığında kanı ile kucaklaşan yiğidim; şimdi senin için diyecekler ki ''kanın yarde kalmayacak'' oysa sen zaten kanını kucaklayıp, bohçalayıp gitmişsin; sahip çıkanım olmaz diye.
Helalleşirken musalla taşında;
''haydi gidin ulan başımdan; sahtekar münafıklar'' deyip, hakkını helal etmeyeceksin biliyorum; ille de ''oyla'' oynaşan, yosma ile fingirdeşenlere.
Mehmet Soral
soralmehmet@hotmail.com

22 Ekim 2014 Çarşamba

YÜKSEKLİĞİN YARATTIĞI ''ALÇAKLIK''

Türk devlet adamları sanki geleneksel hale gelen bir huy edindiler. Yurt dışına çıktıklarında, ne halt ediyorlarsa; dönüşte özel uçaklarında fazla yüksekten uçuyor olmalarından olsa gerek; yüksekten atıp, tutarak; Türk Milleti ve Devlet geleneğine ters düşen beyanlarda bulunup, demeçler veriyorlar. Genellikle uçaklarında yalaka basın erbabı kişiler bulunur ve devlet adamının kıçının çıplaklığını ''aman efendim blue jeen'iniz de üzerinize ne güzel oturmuş'' diyecek kadar övgüler arasında gerçeği saklayarak gaz verirler; tahmin edilmeyen, bazen cesaret isteyen, zaman zaman da aptallığa delalet eden abuk sabuk beyanatlar verdirirler.
Bunun en son örneğine ''cüce adam erdegen''in Afgan-ı Diyardan dönerken verdiği demeçte gördük.
''Biz PKK'yı da, PYD'yi de terör örgütü olarak görüyoruz; dolayısıyla PYD'ye yardım yapamayız, ABD' de yardım yapamaz.''
Aradan iki veya üç gün geçiyor, bir de öğreniyoruz ki Türkiye üzerinden açılacak bir koridor ile Peşmergeler PKK'nın Suriye kanadı PYD'ye silah ve insani kuvvet sevkiyatı yapacakmış.
Bu işin varacağı nokta şu; ABD'nin PYD'ye verdiği silahlar PKK'ya aktarılacak; PKK-PYD birlikteliği çözüm sürecinde Türk Devletince (maalesef) muhatap kabul edilecek ve barış süreci bir başka boyuta taşınmış olacak. Zaten Demirtaş demedimi ki ''eğer PYD saflarında ölen bir gerillanın cenazesi Türkiye de kalkıyorsa, barış sürecinin ilgi alanını Türkiye ile sınırlayamazsınız''
Hani sorunumuz Türkiye de Kürt sorunuydu. Oysa esas sorunun ''Ortadoğu'nun Kürt sorunu'' olduğunu bugün geldiğimiz nokta itibariyle daha iyi fark edebiliyoruz. Özellikle ABD tarafından yapılmak istenen şey malum sorunu Türkiye ile sınır komşusu olan Ortadoğu devletlerinin müşterek sorunu haline getirip, özellikle Türkiye'yi çaresizlikten zorunlu kabullenişe doğru iterek, bedel ödettirilerek nihayetinde bir Kürt devleti kurulması isteniyor.
Anlaşılan şer planı başkaları yapıyor; kabul edilişini de gerek havada gerekse karada fark etmiyor, devlet adamlarımıza beyan ettiriyorlar.
Bu kadar çelişkiyi yaşayıp, yaşatacak adamı da çok kolayca buluyorlar.
Kendisine yapılan emrivaki ve dayatmalar karşısında;
Bunu söylemek,
Bunu yapmak,
Bunu kabul etmek bana yakışmaz;
Söyleyemem
yapamam,
kabul edemem;
diyebilecek; prensipli, dirayetli ve dik duruş sergileyebilecek vatansever devlet adamlarını ne zaman görebileceğiz.
Mehmet Soral
soralmehmet@hotmail.com

17 Ekim 2014 Cuma

BİR İNTİHARIN DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ



Bugün sosyal paylaşım sitelerinde birisinin intihar etmeden önce yaptığı konuşmanın videosunu izledim. Öyle bir konuşma yapmış ki sanki konuşmasının başında ‘’bu bir intihar notudur’’ diye belirtmese konuşmanın akışı ve şahsın mimikleri insanda hiçbir şüphe uyandırmıyor. Zaman zaman hepimizde olduğu gibi oldukça düzgün cümlelerle mutsuzluğunu anlatmaya çalışmış. Belki de ‘’gerçek nedene’’ inat böyle bir konuşma üslubunu seçmiş olabilir.
Biraz sonra intihar etmeye karar vermiş bir insanın bu kadar düzgün cümlelerle konuşmasına hayret ettim doğrusu. Şahsın ismini yazmadım zira intiharlar için ‘’model ’’ olmasın diye.
Anladığım kadarıyla imrenilecek kadar bir insanın mutlu olması için lazım olan asgari maddi imkanlara sahipmiş. Oldukça yakışıklı; kariyer sahibi; saygın bir mesleği var ve anlaşıldığı kadarıyla da entelektüel birisi.
Bu insan niçin intihar etmiş olabilir? Cinnet hali yoktur; yaptığı konuşmadan anlıyoruz. Oysa onun imkanlarına sahip olamadıkları için, bu gerekçelerle intihar etmiş çok insan vardır muhtemelen.
Benim tahmin edebildiğim ve videodaki konuşmalarından çıkarabildiğim tek eksikliğin ‘’inanç’’ eksikliği olduğunu düşünüyorum. İnanç derken illaki İslami manada inanç ve imanı kastetmiyorum.
Bütün mesele insanın cevabını bulamadığı sorun ya da sorularının hallini birisinin veya birilerinin takdirine veya sorumluluğuna havale ederek o sorun ya da sorulardan kurtulma ihtiyacı duymasıdır. İşte bunun için fizik ötesi bir alemde varlığına inanılan bir şeye; tanrıya ihtiyaç var. Tanrı'ya, Allah veya puta bağlanarak, Onunla rabıtaya geçilerek iç huzur yakalanabilir. Mesela nefsimize tamamen uymayan bir olayın neticesini İslami manada Allah'ın taktirine veya bir başka inançta birisi için güneş ve ateş tanrısının taktirine bırakmak; insanın iç dünyasında oluşan fırtınaların dinmesini ve rahatlamasını sağlıyor.
İnanmak veya inanmamak; akıllı ve düşünebilen insanın bunlardan en azından birisinin tercih etmesi gerekiyor.
Şahsen kendim için belirtmek isterim ki, mümkün mertebe insan olarak sorumlu olduğum; kendim, ailem, çevrem, tabiat ve Allah için yapabildiğim, becerebildiğim ölçüde sorumluluklarımın gereğini yerine getirmeye çalışırım ve gerçekleşen bütün sonuçlara; olumlu, olumsuz da olsa Allah'ın taktiridir der, teslim olurum. İslami manada iç huzuru yakalama ve kendin ile barışık olma hali ancak bu şekilde mümkün olabiliyor. Bu ‘’iç huzur’’ hali sanırım cinnet hali dışında insanın aklına kolay kolay intihar etme düşüncesini getirmeyecektir.
İnanç, aynı zamanda yanlış yapıldığında kendisine karşı mahcubiyet duyulabilecek fizik ötesi bir taktir edici, gözetleyenin varlığını kabul ediş değil midir?
Kanaatimce yalnızlık insan için en büyük sorun ve tehlikedir. ''inanç''lı olmak aslında hiçbir zaman yalnız olunamayacağı anlamına gelmektedir. Dua, şükür Allah ile konuşmak değil midir? İnsan için tehlike, yalnızlıkla başlıyor maalesef.
Belki bu manada ''zorunlu din dersi'' şu veya bu şekilde; ne şekilde tanımlanırsa tanımlasın; insanın gerçek manada ihtiyaç duyduğu ''inanç'' dersini alması gerekiyor, maalesef başka alternatifler bunun yerini ikame edemiyor.
Mehmet Soral
soralmehmet@hotmail.com

12 Ekim 2014 Pazar

KIÇIN NABZI ARTINCA; YUSUF YUSUF DERMİŞ


Yahu nasıl bir millet olduk; riyakarlık, sahte gözyaşları yalan yere methiyeler; daha neler neler...
Milletin kıçı sıkışınca, bir şekilde üzerine üzerine gelen tehlikeler artınca; yani demem o ki can derdi tehlikesi baş gösterince, bir çok ağızdan aynı sözler sarf ediliyor.
''Bu Bahçeli var ya, bu Bahçeli; tam bir devlet adamı, ülkücüleri sokağa salmıyor, çok sabırlı davranıyor, biraz sorumsuz davransa, ortalık kan gölüne döner''

En son bir kaç gündür olduğu gibi, geçmişte de zaman zaman sıkıntılı dönemlerde; cami avlusunda, kıraathanelerde, ev sohbetlerinde Bahçeli hakkındaki bu methiyeleri sık sık duyar olduk; seçimler geldi geçti ama MHP'nin kaderi hiç değişmedi.
İnsan sormadan edemiyor; ''kıçınız yusuf yusuf deyince mi Bahçeli'nin iyi bir devlet adamı olduğunu hatırlıyorsunuz.'' İşler yoluna girip, ortalık sakinleşince aynı adamlar bu sefer;
''Bırakın şu adamı yahu, Ecevit'in karşısında önünü ilikleyen, pısırık adamın teki, Apo'yu idam ettirmedi, Ah Türkeş olaydı ah...'' sanırsınız ki aynı adam Rahmetli Türkeş yaşasaydı ona oy verecekmiş gibi.
''Cüce adam Erdegen'' bence milletin bu özelliğini anlamalı, ona göre de tedbirini almalı. Henüz milletin bu özelliğinin tecrübesini yaşayıp, kazığını da yemediği için o hala başına bir sıkıntı geldiğinde birilerinin kefen giyip kendisine siper olacaklarını sanıyor ama bence hiç güvenmesin anında satışa geleceğinin teminatını ben şimdiden verebilirim. Bu nedenle boyundan büyük laflar edip, sonra altında kalmasın.
Yaşadıklarım ve gördüklerimden...
Mehmet Soral
Soralmehmet@hotmail.com

10 Ekim 2014 Cuma

SAYIN BAŞBAKAN


Az önce Kürt damadımıza ‘’Selamün aleyküm, gel seni öpeyim, kucaklayayım’’ dedim; çocuk şaşırdı; ‘’hayırdır dayı’’ dedi.
Vallahi bana göre anormal bir durum yok ama sınırlı sorumlu; ‘’Cummadabaşbakan’’ Davutoğlu’na göre ben Türk , sen Kürt olarak birbirimize düşmanmışız da haberimiz yokmuş.
Bugün Başbakan son günlerde olup biten anarşik olaylara atıfta bulunarak; yarından itibaren hepimizin güne başlarken‘’selamünayleyküm, aleyykümselam’’ deyip, kucaklaşmamızı öneriyor, hatta ‘’yalvarıyorum’’ diyor.
Sayın Hocam, tavsiye ve temennilerinizin çok güzel, bir o kadar da samimi olduğuna inanıyorum ancak şifa niyetine yaptığınız tavsiyenin muhatabı ben, sen, bakkal amca veya bizim Kürt damat değil; akıttığı kanı, aldığı canı varlık sebebi sayan terör örgütü PKK dır.
İlk düğmeyi yanlış iliklediğiniz için diğer düğmeleri de yanlış iliklemek zorunda kaldınız; yani yaptığınız ilk hata; malum soruna birilerinin kırk yıldır hatta belki de yüz küsur yıldır Türkiye Cumhuriyeti Devleti hükumetlerine söyletmek isteyip de söyletemediği ‘’Kürt sorunu’’ sözünü sihirli bir lafmış gibi söyleyip, kabul edişinizdir. Oysa bütün mesele, yaratılmak istenen sorun için Kürt kardeşlerimizin seçilmiş olunmasıdır. Bunun kararını yıllar önce verenler vermiş. ‘’Derin strateji’’ kitabını yazan birisi ve bilim adamı olarak kurgulanan tezgaha gelmeniz için Allah aşkına malum kitabı yazmanız mı gerekiyordu?
Sayın Hocam, sorun Kürt sorunu ise, Türk milliyetçisi birisi olarak ben yeğenimi hangi akılla bir Kürt’e gelin verdim. Eğer sizin iddianız doğru ise biz her iki aile olarak birbirimizi düşman mı edindik? Eğer ben Vanlı Kürt Mehmet ağabeyimin düşmanı isem, gece yarısı eşini hastaneye yetiştirmem için hangi akılla benim kapımı çaldı.
Sayın Başbakan hangi kitabı yazmış olursan ol bu ülkede Kürt kardeşlerimiz üzerinden yaratılmak istenen kargaşa ve terörün adına ‘’Kürt sorunu’’ dediğiniz sürece ancak ve ancak beni Kürt damadımızla, yeğenlerimle, Vanlı Mehmet ağabeyim ile hasım kılar düşman edersiniz.
Sizlere akıl vereceklerini sandığınız, sorunun şöyle veya böyle tarafı ve hatta yönlendiricileri, kaşıyıcıları olan 63 akılsız adamın gazına gelerek yaptınız bir hata ama bundan vazgeçmeniz de mümkündür.
Okulumuzda, semtimizde, trende, vapurda, işyerimizde beraberken; aşımızı, işimizi, sevgimizi paylaşırken; aramızda bir sorun yokken; birileri dayatıyor veya istiyor diye sorun mu yaşamamız gerekiyor Allah aşkına.
Kusura bakmayın, malum soruna ‘’Kürt sorunu’’ dediğiniz sürece sizin hatırınız için kimseye istediğiniz selamı vermem de almam da. Sizin aklınıza uyarak Kürt akrabamla hasım olamam. Gelin şuna ‘’Kürt kardeşimizin muhtelif mağduriyetlerini suiistimal ederek, bir kısmının aklını çelip, onları devletine milletine hatta kendi kardeşine düşman etmek isteyen; geçmişten günümüze kadar devam eden emperyalist egemenlerin niyetleri var’’ deyin ve böylece tüm kesimlerin desteğini alın.
Hangi akla hizmet ‘’gelin yarın birbirimize selam verelim, kucaklaşalım’’ demek; kim kiminle kavga etti ki.
İradenizi tutsak almış olan ve size göre bir sorunun başı kabul ettiğiniz muhatabınızın esaretinden kurtulmanız; Türk-Kürt kardeşliğini şiar edinerek; devlet adına ülkenin her yerinde hak, hukuk ve adaleti temin etme gayretinde olup, bunu ülkü edinirseniz; ondan sonra yazacağınız kitapların bir manası olacaktır şüphesiz.
Mehmet Soral
soralmehmet@hotmail.com

HEY LİBOŞ! BURDA BİR KEMİK KALMIŞ


Son günlerde; hani şu kemik yalayıcı, arsız köpekler gibi defalarca kovuldukları kapılara bir şekilde yanaşmayı becerebilen kaypak ''yanaşmalar'' yani liboş takımı var ya;
AKP 'nin kurulması ve kurumsallaşması süresince millete ümit dağıtıp iktidara gelmesine kadar her türlü desteği sağladılar. Bu süreçte özellikle Cumhuriyetin kurulması ve seksen küsur yıllık tecrübe ve kazanımları süresince yaşanmış ve yaşanması doğal olan olumsuzlukları sürekli işleyerek adeta AKP ve onun güçlü iktidarını ayakta tutabilmek adına geçmişimizle hesaplaşma ve yüzleşme adına her türlü acımasız eleştirileri yapmışlar daha da ileri giderek; sözde Ermeni soykırım suçlamasını bile kabullenmemiz gerektiği konusunda gündem oluşturarak; Ermeni diasporasına yalakalık yapıp, onların uluslararası siyasi ve ekonomik lobilerinden destek almak ve iktidarını muktedir hale getirmek isteyen AKP'ye açık çek vererek, uzun vadede kendilerine yetecek miktarda erzağın, kemiğin teminini sağlamışlardır.
Bütün bu haltları yaparlarken Türk'üm demekten adeta imtina ettikleri gibi, bu şerefli kimliği sahiplenenleri de aşağılayarak, çağdışı gösterip, yeni Türkiye de yeni bir kimlik icat etmeye kalktılar. Geçmişten AKP iktidarı dönemine kadar antidemokratik uygulamaların yaşanmışlığından tutun da; belkide hiç birisinin dindar olmamasına rağmen dini özgürlüklerin olmadığından hareketle, adeta dinsiz imansız bir tarihi geçmişimizden bahsederek; önlerine konan kemiğin hesabını yaparak, AKP'ye hiç de hak etmediği desteği sağlamışlardır.
Bugünlerde ''yala'' koşan bu takım çok şaşkın. ''Yal''larının teminatı olan kapıda bir sıkıntı var ve akıbetleri konusunda tedirginler. Yırtık büyük, yama küçük; böyle bir donu giymeleri de mümkün değil; zira kıçları gözükecek.
AKP'ye omuz verirken refere ettikleri, kullandıkları bütün değerlerin tam tersinin icrasını gördükçe, güzelim ''yal'' da kapıda hazır olunca çaresizlik girdabında şaşkın vaziyette dönüp duruyorlar. İnşallah merkezkaç kuvveti ile yalın çekim alanından sıyrılıp, savrulacaklar ve def olup gidecekler.
Vah zavallılar vah.
Mehmet Soral
soralmehmet@hotmail.com

DERİN STRATEJİNİN SIĞLIĞI

Dış işleri Bakanı iken "derin strateji" deyip, adeta elindeki ipin uzunluğunun hesabını yapmadan ülkemizi dipsiz bir kuyuya iten Davutoğlu'nun; bugün özellikle dış politikada yaşadığımız hüsran ve tükenmişliğin müsebbibi olarak görülmesi gerekirken beyefendi Başbakanlığa terfi ettirildi.
Sürekli çırpınıp, anlatmaya çalıştık ki; mesele Kürt meselesi değil, terör meselesidir ancak karşılığı, bu iddiayı ileri sürenler olarak "kan içiciler" olarak nitelendirildik. Mesele Türkiye deki Kürtlerin meselesi ise Türkiye disindaki Kürtlerin sorunları nedeniyle niçin bizim ülkemizde yakıp, yıkmalar ve can almalar oluyor. Esat'ın veya ISID'ın zulmünün hesabı niçin bizden soruluyor.
Anlaşılıyor ki mesele Turkiyede ki Kürtlerin hak ve hukuklarini arama neselesi değil, tamamen terör meselesidir. Hükümet de aynen PKK'nın siyasi oyununa gelerek soruna "Kürt sorunu" olarak bakıp teşhisi de yanlış koyduklarından bugünkü vahim noktalara geldik.
Türkiye, Suriye de rejimi değiştirme kahramanlığına soyunarak; başta ISID olmak üzere birçok Esat karşıtı örgütlere kontrolsüz silah yardımın da bulunması ülkemizi bugünkü Ortadoğu bataklığına sürüklemiştir. Bugün belli ki gerek PKK gerekse PYD ISID'ın zulmunden ISID'a silah yardımı yapan Türkiye'yi sorumlu görüyor; ülkemizi yakip, yıkıyorlar. Bütün bu hesapsız kitapsız hükumet politikalarının nedeni BOB eşbaskanı olduğunu kendi ağzı ile söyleyen Recep Tayyip Erdoğan ve ''sığ'' politikacı Davutoğlu dur..
Maalesef bir nal gerektiğinde bir orduyu kurtarırken; bir komutan bir orduyu maf etmiştir.
Muhalefet özellikle Esat ve Suriye konusunda hükümeti uyardıkları zaman hükümet surekli yapılan çift yönlü yolları hatırlatarak, başka bir unsurla kabahatlerini örtmeyi yeğlemişlerdir.
Yani demem o ki; Arab'ın derdi, seni mi gerdi ki onlar için kahramanlığa soyunup, ülkemizi bataklığa çekmek isteyenlerin tuzağına düşüyorsun. Sınırlarımızı açmışız, aşımızı paylaşmışız ama kusura bakmasınlar, canımızı da vermeyiz artık. Otuz yıldır ülkemde terörün nenden olduğu (üstelik de bu Arap ülkelerinin yataklık yaptığı) kan ve göz yaşı karşısında, hangisi acılarımıza ortak olup da müsebbibi olanlara ''yapmayın, etmeyin'' demişlerdir.
Yetti gayri;
Bir insanın ilk önce parti lideri, sonra başbakan, sonra cumhurbaşkanı olması; egosunun tatmini için yeterli bir süreçtir. Tatmin olamayan bu egonun arzuları için bu millet, bu devlet başka riskleri kaldıramaz artık; adabı usulünce birileri bunu hatırlatmalıdır; özellikle kendisinin yürüyüşüne meftun olanlarca...
Mehmet Soral
soralmehmet@hotmail.com

6 Ekim 2014 Pazartesi

NİÇİN OY KULLANACAĞIM

Allah izin verirse sandığa gideceğim ve hiçbir şekil ve şartta cumhurbaşkanı olmasını istemediğim adamdan adeta intikam almak istercesine; kanırta kanırta oyumu büyük bir zevk ve heyecanla kullanacağım. 
Lehine oy kullanacağım adayı kazandırmaktan öte öfkemi dağıtmak; bütün hiddetim ve şiddetimle hedefime koyduğum insanna tokat atmayı amaç edineceğim.
Düşünebiliyormusunuz;
yemek yerken sesini duyduğumda iştahımı kesen, kimyamı bozan; dinden ve imandan bahsettiğinde içi boşaltılmış bütün kutsiyetleri; hak, hukuk ve adalet dendiğinde bütün çifte standartları; havuz gördüğümde; arsızlık, hırsızlık soygun, talan, kayırma ve hak edilmemiş kazancı; ayakkabı gördüğümde gizlenmiş paraları; ezan sesi duyduğumda ''çalıyorsa işte yapıyor'' diyerek camide namaza koşan zavallıyı; ''çalmış ama para ülke dışına çıkmamış ki'' diyen gavatı; din alimi gördüğümde ''hayır için rüşvet verilir'' diyen ''muta fetvacısı''nı; Filistin dediğinde Doğu Türkistan ve kafa derileri yüzülen soydaşlarımı; Musul, Kerkük, Telafer, Thuzumatu dendiğinde Türkmen soydaşlkarımı; Mısırlı Esma için ağladığında; PKK'lılar tarafından otobüsde yakılan Esra'yı bana hatırlatan, bütün bunları aklıma getirenlerden intikam almak ve ''OHHH BEEE...'' diyebilmek için oyumu kullanacağım, hemde kanırta kanırta kullanacağım.
Oy pusulamı; göğsünde ana memesini arayan bebek gibi hasretle elime alıp seveceğim; onu en kıymetlim, en değerlim bileceğim; şehrin en güzel kızını ben almışım gibi oy pusulama sarılacağım ve hep onu benden kıskanan ağaya karşı, ''İşte elime düştün ulan'' diyeceğim; bir daha diyeceğim, birdaha diyeceğim ve oy sandığını kırmamaya özen göstererek delikten içeriye atacağım.
İnanıyorum ki, benim oyum; hasmımın kaybetmesini sağlayan, bardağı taşıran son damla olacak.


Mehmet Soral

soralmehmet@hotmail.com
08.08.2014

2 Ekim 2014 Perşembe

TEZKERE; PİMİ ÇEKİLMİŞ BOMBA

Türk milliyetçisi birisi için her şart altında; birliğimize, bütünlüğümüze ve istikbalimize kastedecek her türlü gelişme veya şartlara karşı Türk ordusunun hazır olmasını ebetteki isterim ve bana ihtiyacı olduğunu (Allah göstermesin) fark ettiğim an canımı vermeye de hazır olduğumu ifade ederken; Tüm Türk milliyetçilerinin de aynı duygular içinde olduğunu bilirim.
Ancak, bugün mecliste oylanan ve geçen tezkerenin yukarıda ifade etmeye çalıştığım ''haller ve şartlar'' dan ziyade, Türkiye ve Türk Milleti dışında başkalarının düşünüp, dizayn ettiğini; başta BOP projesi olmak üzere başka amaçlar doğrultusunda başkalarının çıkarlarını korumak ve kollamak için çıkarıldığını düşünüyorum.

Türkiye Cumhuriyeti Devletinin kurulmasından 12 yıl öncesine kadar görev yapmış hükumetler tarafından takip edilen ‘’Dış Politika’’ da hep devamlılık esas alınmış, şekli ve şemaili de ona göre kurumsallaşmıştı.
Ancak ‘’Yeni Türkiye’’ hülyası veya rüyası adına; 12 yıllık AKP hükumetleri gelenekseli kaldırıp, özele kayınca doğal olarak şahsen bende bir güvensizlik algısı oluştu.
Düşünebiliyor musunuz; gelip geçen bütün iktidarlar PKK ile gizli saklı ve üstelik bir başka devletin (İngiltere) aracılığı ile pazarlık yapma riskine girmemiş ama bu hükumet bunu yaptı ve üstelik fark edildiği an fark edenleri ‘’şerefsizlikle’’ suçlayarak inkara kalktılar.
Kaç yıldır PKK ile ‘’açılım ve barış süreci’’ yürütülürken, muhtemelen MHP’nin desteğini almak için tezkerede PKK’ya da operasyon yapılabilineceğinin ima edilmesi şeklen hoş olsa da bana göre şüphelerimin ve güvensizliğimin daha da artmasına neden olmuştur. PKK haklı olarak diyecek ki ‘’bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu, benimle barış görüşmeleri yürütürken aynı zamanda yine bana karşı gizli niyetlerinin olduğunu açıkça tezkerede belirtiyorsun’’ Keşke böyle bir niyetleri olsa ama bu durumda ne halt etmeye bu niyetini tezkerede itiraf ediyorsun be adam.
Dolayısıyla AKP’nin kendi dönemi içinde şimdiye kadar yaptığı uygulamalar; iç ve dış siyasetindeki çelişkileri, istikrarsızlıkları; tezkerenin getirdiği yetkilerin yerinde ve zamanında akıllıca kullanılmayacağı ve hatta ucu belirsiz maceralara Türkiye'nin sürükleneceği endişesindeyim. Pimi çekilmiş bir bomba gibi her an başımıza gereksiz yere bir belanın açacağı endişesi içerisindeyim.
Tezkerenin gerekliliği tedbir amaçlı doğrudur ancak AKP’nin kullanım yetkisinde olması büyük bir risktir.
Anlaşılıyor ki tezkerenin geçmesine olumlu oy kullananlar AKP ve hükumetine güven konusunda bizim kadar endişeli değiller; ne diyelim ki.
Mehmet Soral
soralmehmet@hotmail.com

30 Eylül 2014 Salı

AKP VE İMANDA TAHRİBAT


Yaşım 52. Düşünüyorum da yaşım 17 iken o zaman ülkeyi yöneten bugünkü AKP gibi bir Parti, seçmeni ve yandaş medyası olsaydı, sanırım Allah korudu; ya komünist ya da ateist olurdum. Ülkücü, Türk milliyetçisi büyüklerimden, basın ve yayıncı; yazar çizerden Allah razı olsun.
Bütün dini bilgi ve öğretileri; Türk milliyetçiliği adap, edep ve terbiyesine layık olma sorumluluğumuzun gereği olarak kendi kendime bu ideolojinin mekan bulduğu, teneffüs edildiği yerlerde öğrendim.
O zamanlar İslam ile ilgili görsel referansları çok güvenilir ve genel kabul gören referanslardı. Mesela cami hocalarının siyaset yapmaları veya tek tip vaaz vermeleri düşünülemezdi. İmamlar daha özgürdü. Devletin geleneksel bir din öğretisi olduğundan müfredat sürekli değişmezdi. Her ilkokul öğrencisi yaz tatillerinde mahalle camisine namaz sureleri elifba'yı öğrenmeye giderlerdi. O zamanlar daha idealist dindar gençler ve hatta din adamı yetiştirdi.
Özellikle AKP, iktidarı süresince görsel İslami referansları bir elbise gibi üzerine giyindi. AKP denince din eksenli her iş, eylem ve duruşu İslam'a vurgu yapan bir algı oluşturulması gayreti güdüldü. Ancak AKP din adına o kadar yanlışlar yaptı ki her yanlışın bedeli oluşturduğu "din" algısı gereği İslam'a rücu edilerek, dinimiz sürekli tahrip edildi.
Oluşturdukları algı gereği, İslami açıdan ilk hayal kırıklığı; Tayyip Erdoğan ve Abdullah Gül'ün AKP öncesine kadar bütün siyasi geçmişleri süresince AB'yİ bir Hristiyan kulübü diye tanımlamalarına ve karşı olmalarına rağmen, AKP'yi kurup iktidar olduktan sonra AB Anayasasına Papa X. Innocenzo’nun heykeli altına yerleştirilen bir masada yan yana imza atmaları.
Mesela ayakkabı kutularında saklanan paralara gerekçe olarak "Hayır işleri için rüşvet vermek mubahtır" denilmesi, kısa zamanda İslam referanslı bir çok "dindar" kimselerin yeni bir burjuva sınıfı oluşturmaları, makam ve mevki sahibi olmaları; İslam gelenek, görenek ve inancına göre bu sıçrama bu kadar kolay ve haramsız olamazdı. Sadece iktidar yanlılarının "Hayır işleri" için kurdukları vakıf ve derneklerin akıl ve mantığın kabul edemediği hızla büyüyüp palazlanmaları, buralara fahiş meblağların bağışlanması; bir kalemde 19 milyon TL'nin bir yandaş derneğe bağışlanması. Allah rızasını bahane edip, ihale verilen iş adamlarını bazen ağlata ağlata ''havuz''a para bağışında bulunmaya zorlanmaları.
Evet, AKP iktidarının yarattığı dini tahribat ve müminlerin inançlarında sebep oldukları çelişkilerin, bundan sonraki yıllarda üniversitelerde tez olarak işleneceğini ümit ediyorum.
Evet bütün bunlara yaşım 17 iken şahit olsaydım ya komünist(sosyal adaletin olmayışına isyan gereği) ya da ateist(Allah hep bunlara mı torpilli diye) olurdum.
Allah beni korumuş.
Mehmet soral
Soralmehmet@hotmail.com

24 Eylül 2014 Çarşamba

ÇEK ELİNİ BAŞÖRTÜMDEN


Sorun başörtüsü meselesi değil; sorun arsızlık, hırsızlık, namussuzluk sorunudur.
On yaşındaki kız çocuğunun başının açık olup, olmamasını sorun yapan zihniyet;
''hayır işi için rüşvet vermek dinen meşrudur'' diye fetva veren insanın yarattığı toplumsal inanç kaosu daha mı önemsiz?

Türk milletine bu fetvayı dayatanlar; on yaşındaki başı açık/kapalı kızımızın derdi sizi mi gerdi? Ah, keşke zerre kadar imani bir endişeniz olsa; ne gezer.

İnşallah ilmini, bilimini inkar ederek bir emrivaki ile kendisinden; günahlarınızın, arsızlık ve namussuluklarınızın üzerine bir şal gibi örtmek üzere aldığınız fetvanın Allah indinde karşılığını, ilelebet cehennemdeki yeriniz baki olacak şekilde alacaksınız.

Hiç umutlanmayınız kİ on yaşındaki kızımızın başörtüsü günahlarınızın kefareti olarak sizleri kurtaramayacak, zira mesle ŞEKLİ değil, İMANI bir meseledir.

Sizler ki, hırsızı gördüğümüz halde ona hırsız dedirtmediniz; eşine düşmeyelim diye köpeklerinizi saldınız, üstümüze üstümüze. Oysa siz de İMAN olsaydı; hırsızı bize teslim ederdiniz, etmediniz zira hırsız çaldığını sizin eve götürüyordu; kapıyı açıp, içeriye buyur edenin ''başı kapalı'' diye ''yavuz hırsız ev sahibini bastırır'' misali
-sizin bu kapıda ne işiniz olabilir?
diyerek, yine ''iman''ı perdeleyip, şal ile örttünüz.

Sen ilk önce kızımıza İMAN'ı anlat; Allah aşkını, Peygamber sevgisini anlat sonra işin şekli boyutuna geçersin. Sevgi ve aşkı anlatırken başın açık/kapalı durumunun bir avantaj veya dezavantaş durumu sözkonusu değil. Şahsen inanıyorum ki kaynağını ''aşk'' ve ''sevgi'' den alarak olgunlaşan ve kamil derecesine yükselen ''iman'' senin hiç bir dayatmana ihtiyaç duymadan, tıpkı suların akıp, yolunu bulduğu gibi yolunu bulacaktır. Yeterki...

Gölge etme başkan ihsan istemez.

Mehmet Soral

23 Eylül 2014 Salı

EMRE ŞEHİDİMİZ

                                                      Yandı yürekler yandı…
İstanbul, uzun ve bunaltıcı yaz sıcaklarından sonra, serin aynı zamanda hırçın, rüzgarlı bir havada karşıladı; şehit Emre’mizi…O hırçın rüzgar; Emre’mize eşlik eden meleklerin kanatçırpmalarımıydı acaba                     .
Şehidimizi, Üsküdar Selimiye Camii’nde kılınan cenaze namazından sonra Karacaahmet mezarlığına; asker arkadaşları, komutanları ve biz sevenlerinin omuzlarında bir süre yolculuk ettikten sonra ebedi istirahatgahına defnettik. Daha onbeşgün önce defnettiğimiz babannesine komşu eyledik; kader…
Emre yavrumuz; gönüldaşım, ülküdaşım ve kadim dostum Naci Büyükkılıç’ın tek evladıydı. Yaradan’ın dağına göre kar yağdırmasının dışında bu acıya katlanmak, kaldırmak ancak ve ancak seçilmiş kullarına nasip ettiği bir hikmet olsa gerek.

Sevgili kardeşim, gönüldaşım Naci ve değerli eşleri; hanımfendi… Biliyorum ateş düştüğü yeri yakar, sizin bin yanar bizim bir yanar hele hele evlat tek de olunca; yanar ha yanar değil mi?
Yüce Allah evlat acısı üzerinden ibret almamız için bu sefer sizi vesile kıldı sevgili dostum. İnanıyorum ki Yaradan; bu yükün altına girebilecek güç ve kudreti sizde gördüğü için sizi seçti.
Hal ve duruşun; ay yıldızlı bayrağımızı komutandan alıp öpüşün, sonra alnına koyuşun…bana neyi hatırlattı biliyormusun sevgili kardeşim; hani teşkilatımız mensubu gençlerimiz evlendiklerinde onlara Kuran-ı Kerim ve Türk Bayrağı hediye ediyorduk. Sende, bende ve elbette ki diğer arkadaşlarımız da; çocuklarımız için böyle anları hayal ettik. Birçok arkadaşımızın bu hayalleri gerçekleşti.
Ancak bu sefer farklı bir şey oldu sevgili kardeşim. Emre’mizin ilelebet sürecek düğününün hediyesini, Yüce Türk Milleti adına yine Yüce Türk ordusu sana verdi.

İnanıyorum ki sevgili kardeşim; cennetin istisna bir köşesinde otağ kurmuş sizleri kucaklayıp koklayacak ve kollayacak bir Emre’niz var artık,
Bizim ise yok…
Mehmet Soral