BENİM BACIM KINALI ŞEKER
Evet, o benim bacım, bir büyüğüm. Benden sonra beş küçüğümüz daha var. Onlar köy çocukları olarak değil çok farklı ve iyi şartlarda büyümüş şehir çocukları. Onların kıçlarında bez, bacım ve benimkisi ise höllükte (Toprak) büyümüştük.
Evet, o benim bacım, bir büyüğüm. Benden sonra beş küçüğümüz daha var. Onlar köy çocukları olarak değil çok farklı ve iyi şartlarda büyümüş şehir çocukları. Onların kıçlarında bez, bacım ve benimkisi ise höllükte (Toprak) büyümüştük.
Hane halkının yaşlıları ile
beraber yaşandığı anaerkil yapıda anne ve babaların töre gereği büyüklere saygı
adına çocuklarını bağırlarına basarak doya doya sevemedikleri bir ortamda; annemiz
biz evlatlarına olan sevgisini akşamları odamıza çekildiğimizde saçlarımız
arasında bit, tenimiz üzerinde kene veya pire ararken mırıldandığı sevgi
sözcükleri ve yanaklarımıza kondurduğu öpücüklerle gösterebildiği ölçüde hissettirebiliyor,
bizler de ancak bu şekilde annemizin sevgisini fark edebiliyorduk. Tabi ki bir
de büyüklerin evden uzaklaştıkları durumlarda.
Bu arada evde ismi geçen bir
baba figürü vardı ama sanal bir kahramanımız olmasının dışında bacım ve benim
için bir anlam ifade etmiyordu. Fiziksel olarak aklımızda kalmasını sağlayacak
kadar beraber olma fırsatını bulamadığımız babamız; önce askere, oradan da gurbete,
aile bütçesine katkı sağlamak üzere İstanbul’a çalışmaya giden köyümüz
erkeklerinden sadece birisiydi. Her ne kadar annemizin sevgisini kaçak göçek
görüyorsak da bacım ve benim için hayalimizdeki kahramandan öte bir anlam ifade
etmiyordu babamız.
...
1960'ların ilk yılları. Muhtemelen 1965 veya 66 da olabilir. Köyümüz oldukça engebeli bir dağ köyü. Mevsimlerin en doğal halinin uç noktalarda yaşandığı coğrafya şartlarının hüküm sürdüğü bir bölge. Her ne kadar baharı ve yazı çok güzel geçse de özellikle kış mevsimlerini çok çetin şartlarda yaşardık. Akşamdan sabaha bir de bakardık ki evlerin önünde devasa kar kütlesi. Dışarıya çıkabilmek için neredeyse çatı ile birleşmiş kar yığınını aşmak için önce itina ile kapı açılırdı ki; içeriye kar dolmasın diye. Bu tür problemlerin yaşanabileceği ihtimaline karşı her daim evde bulundurulan, çam ağacından özenle inceltilerek yapılmış kar küreği ile evin eşiğinden başlamak üzere ahırlara ve bahçenin kuytu bir köşesine inşa edilmiş helaya giden yolları kardan temizlemekle güne başlanırdı. Ahırlara gidilip hayvanların genel durumları kontrol edilir, altları temizlenir, gübreleri bir tarafta toplanırdı. Önlerine konan gıdalarını yemekle meşgullerken ise sütlerini sağma işlemi tamamlanırdı. Mümkün olduğunca ahırların zeminlerinin kuruluğu sağlanırdı. O hayvanları adeta hane halkından birileri gibi görürdük. Sağlık sorunları dahil her yönleri ile onların varlıklarını kendimiz ile özdeşleştirirdik. Özellikle şehirlerde çocuk parkları ne demekse, kış mevsimlerinde ahırlar da biz köy çocukları için aynı şey demekti.
...
1960'ların ilk yılları. Muhtemelen 1965 veya 66 da olabilir. Köyümüz oldukça engebeli bir dağ köyü. Mevsimlerin en doğal halinin uç noktalarda yaşandığı coğrafya şartlarının hüküm sürdüğü bir bölge. Her ne kadar baharı ve yazı çok güzel geçse de özellikle kış mevsimlerini çok çetin şartlarda yaşardık. Akşamdan sabaha bir de bakardık ki evlerin önünde devasa kar kütlesi. Dışarıya çıkabilmek için neredeyse çatı ile birleşmiş kar yığınını aşmak için önce itina ile kapı açılırdı ki; içeriye kar dolmasın diye. Bu tür problemlerin yaşanabileceği ihtimaline karşı her daim evde bulundurulan, çam ağacından özenle inceltilerek yapılmış kar küreği ile evin eşiğinden başlamak üzere ahırlara ve bahçenin kuytu bir köşesine inşa edilmiş helaya giden yolları kardan temizlemekle güne başlanırdı. Ahırlara gidilip hayvanların genel durumları kontrol edilir, altları temizlenir, gübreleri bir tarafta toplanırdı. Önlerine konan gıdalarını yemekle meşgullerken ise sütlerini sağma işlemi tamamlanırdı. Mümkün olduğunca ahırların zeminlerinin kuruluğu sağlanırdı. O hayvanları adeta hane halkından birileri gibi görürdük. Sağlık sorunları dahil her yönleri ile onların varlıklarını kendimiz ile özdeşleştirirdik. Özellikle şehirlerde çocuk parkları ne demekse, kış mevsimlerinde ahırlar da biz köy çocukları için aynı şey demekti.
Her çocuk hayvanlardan
birisini beğenir kendisine kahraman seçerdi. Ne bileyim; onların boyunlarına
iplere dizdiğimiz boncukları takarken, koyunların yünlerine ise tane tane serpiştirirdik.
Keçilerin ve ineklerin boynuzları arasına; boncuklarla süsleyip tam alınlarına
gelecek şekilde de nazarlığı yerleştirdiğimiz kemerleri bağladığımızda aldığımız
zevkin tarifi mümkün değildi. Ahırlarımızı tek tek gezerek kahramanlarımızı
tanıtır, sonra onlar üzerinden zevklerimizi yarıştırarak büyük zevk alırdık.
Her sabah evin dışında
tekrarlanan uğraşılardan sonra sıra gelir dairesel şekilde etrafında
dizildiğimiz yer sofrasına. Büyüklerin bağdaş kurarak, küçüklerin ise dizlerini
bükerek hazır oturup bekleştiğimiz soframızın ortasındaki derin sahana, babaannemizin
pişirdiği tencereden boca ettiği; buram buram kuyruk yağı kokarak kıvrılıp,
yükselen sıcak kara lahana çorbasının dumanını yararcasına, tahtadan yapılmış
ağaç kaşıklarımızla saldırı havasında bir eyleme girişirdik adeta. O sırada kaşık
sesleri belli bir ritimde müziğe dönüşürdü sanki. Soframızda kimler olurdu;
dede, babaanne, kayın, onun çocukları… Sonra bir sofra daha kurulur, orada ise
gelinler, görümceler ve kendi başlarına yemek yiyemeyen çocuklar, bir de evin
kedisi…
Henüz İstanbul'a teşrif etmemişiz. Memlekette, köyümüzdeyiz. Bir yaşımı ya doldurmuşum veya doldurmak üzereyim. Ehil olmayan bir sünnetçinin operasyonu sonrasında yaşamış olduğum aşırı kan kaybından olsa gerek, muhtemelen bağışıklık sistemimin zayıflaması ile tetiklenen çocuk felci hastalığını geçirmişim. Özellikle sağ ayağımın kalçamdan itibaren zayıf kalması hareket kabiliyetimi ve alanımı kısıtlıyordu. Malum engelimden dolayı akranlarıma göre kendi halimde yürüyebilmeyi düşe kalka olsa da henüz becerebiliyordum. Dört veya beş yaşlarıma geldiğimde yaşıtlarımın her yaptıklarını yapamıyordum. Hatta zaman zaman hatırlıyorum; onlar yürürken dizlerim üstünde sürünmek sanki daha kolayıma geliyordu.
Birbirine bitişircesine yakın üç beş evin yaşıt çocuklarıyız. Belli bir yaşın altında; takriben dört beş yaş arası kız ve erkek çocuklarını sadece saçlarından ayırt edilebiliyordu. Kız çocuklarınınki uzun ve örmeli, erkek çocuklarınınki ise sıfıra yakındı. Bahsi geçen yaşlardaki erkek çocuklarına da fistan giydirilirdi. Çünkü köyümüzde erkek çocuklarına ayrıca pantolon almak gibi lüks sayılabilecek gelir düzeyinde bir zenginliğe hiçbir aile sahip değildi. Babaanneler hem kız çocuklarına hem de erkek çocuklarına çarşıdan alınan aynı basmadan fistan dikerek, maliyeti oldukça düşürürlerdi. Erkek çocukları kızlardan farklı olduklarını anlayıp, itiraz edene kadar da bu usul devam ederdi.
Günlerden bir gün, dini
bayramlardan birisi ve bayramın birinci günündeyiz. Bacım ve ben yeni
fistanlarımızı ve üzerine yün kazaklarımızı giydik. Bacım kırmızı, ben kara
lastik pabuçlarımızla en yakın komşumuzdan başlamak üzere bayram gezmesine
çıkmak üzere evimizden ayrıldık. Uğradığımız her evin yaşıt çocuklarını da
grubumuza dahil ederek tüm evleri ziyaret ediyorduk. Her birimizin elinde kumaş
parçalarından dikilmiş, ağız kısımları lastikle büzülüp açılabilen keseler(cüzdan)
var. Çok nadir de olsa bazılarımızda gurbetteki babalarımızın veya
yakınlarımızın zaman zaman göndermiş oldukları ''Şehir makarnaları''nın
boş naylon poşetlerinden yapılmış keseleri vardı. İçlerine bahşiş olarak
verilen ''Kınalı şeker''leri, ceviz, dut pestili ya da çirleri (Meyve
kurusu) koyardık. Ya bahşiş olarak para; o da neymiş. Henüz literatürümüzde
olmayan bilmediğimiz bir kavramdı. Ama hepimizin favorisi ille de kınalı şekerdi.
Bacım, ben ve yakın
komşularımızın yaşları birbirlerine yakın çocukları olarak civar evleri tek tek
ziyaret etmiştik. Artık sıra gelmişti evlerimizle aramızda bir derenin geçtiği
karşı mahalledeki evleri ziyaret etmeye. İnişli çıkışlı, hayli engebeli olan
bir güzergâh. Mesafe olarak yaklaşık beş yüz, bilemedik en fazla yedi yüz adım
olsun.
Bacım ve yaşıtlarım için
belimize kadar gelen kar yığınlarını yararak dereyi aşıp karşı mahalleye geçmek
belki onlar için zor değildi ama benim için asla…
Bacım düşünceli düşünceli bir
bana baktı bir arkadaşlarımıza. Gözlerini üzerimden hiç ayırmadan beni tepemden
aşağıya doğru süzdü. Sonra yüzünü sol tarafına çevirdi, keskin bakışlarıyla adeta
ormanın derinliklerinde kaybolup gitmişti. Bir arkadaşımızın ‘’Hadi ne
duruyoruz’’ seslenişi ile irkilip, kendisine geldi. Bakışlarını bu sefer yere
doğru çevirerek gayri ihtiyari ayağının ucuyla karı eşeledi ve tekrar göz göze
geldik. Yeni bir hamle ile bu sefer yüzünü sağa çevirdi, sanki zihni ile
bakışlarını çok uzaklarda bir şeye odaklayıp sonra da onunla bütünleştirmişti. Sanki
kendi iç dünyasında bir savaşın içindeydi. Belki de benim o an için neler
hissettiğimi çözme çabasındaydı. Öyle ya; bir çocuk olarak beraber çıktığımız seyahatimize
bu zor şartlarda devam edebilmemizin artık mümkün olamayacağını düşünüp beni
eve bırakmasını makul mü karşılayacaktım, yoksa her daim beraber olacağımıza
ilişkin güvenimden dolayı eve bırakılmam durumunda kendisine küsüp, protesto mu
edecektim.
Benden sadece iki yaş büyük
bacımın gönlü evde yalnızlığa mahkûm olmama razı olmadı. Elimden sıkı sıkıya
tuttu, beraber yürümeye başladık. Bir o düşüyor bir ben düşüyorum veya ikimiz
birden düşüp yuvarlanırken bir türlü yol alamıyorduk. Bu arada diğer
arkadaşlarımız mesafeyi hayli açmışlardı. Baktı olacak gibi değil, ite kaka
beni hafif bir tümseğe çıkardı. Sırtını vererek ani bir refleks hareketiyle bir
hışımda sırtına aldı. Kolları ile bacaklarıma sıkı sıkıya sararken ben de
kollarımı onun boynuna dolamıştım. Anlıyordum ki beni o gruptan ayırmamaya oldukça
kararlıydı. Her üç beş adımda bir yuvarlanıyoruz, karla cebelleşip tekrar ayağa
kalkıyoruz ve gene sırtına alıyor, gene düşüyoruz derken; dereyi aşarak tekrar gruba
yetişmeyi başarıyoruz. Sanırım biraz da kınalı şeker heyecanı bize güç
veriyordu.
O gün epeyce kınalı şeker
toplamıştık. Evden uzaklaşabileceğim ihtimali kimsenin aklına gelmediğinden, hane
halkı evin orasına burasına, kuytu köşelerine, ahırlara giden güzergaha bakıp
beni bulamayınca hayli endişelenmiş olduklarını eve döndüğümüzde anlamıştık. Belli
ki bacımın beni sırtında taşıyarak böyle bir fedakarlığı göze alabileceğini
tahmin etmemişlerdi. Öfke, şaşkınlık ve bir o kadar takdir hisleri ile dolu
bakışlar üzerimize odaklanmıştı. Annemin belli ki bir evladının diğer evladına
yapmış olduğu yardım ve fedakârlığı anlayınca bundan kaynaklanan gururla nemlenen
gözlerini büyüklerimizin bakışlarından gizleyerek sildiğini fark etmiştim.
Evet, herkesin kardeşi olabilir.
Benim de ablamdan başka beş kardeşim daha var. Benim için her birisi ayrı ayrı
birer kıymettirler ama onlar da aynı şeyleri düşünüp hissederler ki bacımızın
hepimiz için bir farkındalığı vardır. O her birimiz için ''Anabacı''
mızdır. Aslında annemizin yerine koyduğumuz için ''Anabacı'' dedim. O bunu
fazlasıyla hak ediyor. Yaşım beşken de öyleydi, 58 yaşımdayım hala öyledir.
Artık annemiz aramızda yok. Ama o da çok iyi biliyordu ki bacımız annemizin
yokluğunun tek ilacıydı. Korkularımı bacımın sesi ile yeniyorum. O benim en
güçlü teselli kaynağım, iyi ki var.
0531 748 62 31