26 Aralık 2019 Perşembe

TABURE KAFALI YOBAZLIK

Yaşlı bir amca ile abdestimizi aldık. Benden önce merdivenleri çıkarak cami girişine doğru yöneldi. Az sonra ben de çıktım. Tam camiye yöneldim, baktım amca geri dönüyor. Yabancı bir semtte olduğum için caminin girişinin farklı bir yerden olabileceğinin de hesabını yaparak; "Hayırdır amca niçin geri döndünüz" diyerek gayri ihtiyarı sordum. "Daha önce burada oturarak namaz kılıyordum. Sabit oturaklar vardı, kaldırılmış. Ben de eve gidiyorum" dedi. Doğal olarak çok üzüldüm, öfkelendim.
Öfkemle ile kendimi imamın odasında buldum. Ezan okumak üzereydi ki yakaladım "Hocam sizler gibi bir çok din adamının da dahil olduğu bir çok insan 28 şubat sürecine atıf yaparak sürekli dini kısıtlamalar, baskılardan bahisle, toplumu tahrik ederek, bundan nemalanan bir partiyi güçlü bir şekilde iktidara taşıdınız. Oysa ki o baskılar veya takipler sadece siyasal İslamcılara karşıydı, kesinlikle caminin içindeki insanlara karşı değildi. Bugünkü iktidar ne yapmış durumda. 28 Şubatçılar bile bu kadar insafsız değildiler. Az önce örneğine Şahid olduğum üzere; abdest alıp, camiye girmiş o insan; hükumetin bilgisi, Diyanet İşlerinin talimattı ile alınan son ucube karar ile resmen camiden kovulmuş oldu. Şimdi bu hal, o amca için zül değil de nedir. Bunun başörtülüler kamusal alana giremez mantığı ile camide tabure dışında, sabit oturakta namaz kılınamaz mantığı arasında ne gibi fark var" deyince imam "Bizi çok kötü yerden vurdun kardeşim" diyerek tebessüm etti.
Bu sıkıntının sorumlusu elbette imam değildi. "Bize talimat geldi, sabit oturakları kaldırdık" dedi. Kendisine son cümlem "Hocam bu uygulamanın akıl dini İslam ve onun gereği iman ile hiç bir ilgisi, alakası yoktur. Bunlar safsata şeyler. Lütfen siz kendi inisiyatifinizi kullanarak insanların imanlarının kuvvetlenmesine vesile olacak dini bilgileri telkin edin" demek oldu.
Allah rahmet eylesin, mekanı cennet olsun, rahmetli Yaşar Nuri Öztürk ne demişti; "Bu milletin başını namazı ile belaya soktular"
Rahmetli hocamız vefat etmiş olsa da; o önemli tespiti yapmasına neden olanlar bugün yine milletin başına namazı ile belaya sokmaya ısrarla devam ediyorlar.
Diyanet veya Din İşleri Yüksek Kurulu İslam ile ilgili iman-ı işleri bırakıp şeytani işlerle, şekil ve şemalı ile ilgileniyorlar. Neymiş efendim "Bundan böyle camilerde engelli cemaat, sabit oturaklarda değil seyyar taburelerde, cemaatin arasında namazlarını kılacaklar" mış
Gerekçe ne; sabit oturaklar kilisedeki oturma düzenine benziyormuş. Böyle düşünen, hüküm veren zeka İslam'ın ilk dönemlerindeki insan aklına benziyor. Gençler camilerden uzaklaşıp ateizmin, deizmin kucağına savruldular. Onlar bir şekilde halledildi sıra şimdi yaşlı, hasta, engelli cemaate mi geldi.
"Camilerde cemaat kalmadı, artık imamlara maaş ödemeyelim" sürecine mi gidilmek isteniyor diyesim geliyor.
Bakın, ciddi olarak söylüyorum ki; bu yapılmak istenen "Ilımlı İslam" safsatasının güncellenmiş stratejisidir.
Her şeyden önce insanların engelli durumları çok farklı nedenlere dayanabiliyor. Zaten camiye giden her engelli insan kendi haline uygun vaziyeti alarak, ibadete hazır şekilde konumunu belirleyip, bekliyor. Şimdi bir anlamda her engelliye; "Camiye giderken elinizde taburenizi de götürün veya acele edin, gidin önceden taburenizi kapın" deniyor.Bu selefi mantalite ile engelli cemaat üzerinden, imam Maturidi'nin akla dayanan İslâm anlayışına meydan okuyan "İlle de taburede namaz kılma" düzenlemesini yine engelli birisi olarak tanımadığımı buradan ilan ediyorum. Tabure ile cemaat arasında yer almayacağım. Yine her zaman olduğu gibi caminin en geri planının uygun bir yerinde ama kesinlikle tabureye oturmadan kendim belirleyip, kendim uygun gördüğüm vaziyette ibadetimi yapacağım. Hodri meydan; yiyorsa kolumdan tutup camiden atın beni.
Oldu olacak her caminin girişine "Engelliler giremez" densin, böylece camilerde istedikleri düzeni sağlamış olurlar.
Not: Bahsettiğim o amcanın resmini arkadan çekerek koydum. Diğer resimi de bir başka camide çektim. Bu sökülecek olan sabit oturaklar kimin neresine battı ki; ille de kaldırılacak. Üçüncü resimim anlamını ise sizlerin takdirine bırakıyorum.
Mehmet Soral
soralmehmet@gmail.com

24 Aralık 2019 Salı

MANSUR YAVAŞ VE TEMİZ ELLER OPERASYONU

Mansur Yavaş ve ''Temiz eller operasyonu''
Dün gece bir TV kanalında Sinan Aygün ve O'nun ofisine giden iki CHP'li belediye meclis üyelerinden birisinin malum 25 milyonluk ''Rüşvet'' olayı ile ilgili konuşmalarını dinledik.
O programı izledikten sonra benim çıkardığım sonuç; bu işin Sinan Aygün ve kız kardeşi tarafından kurgulanmış, Mansur Yavaş'ı itibarsızlaştırmaya yönelik bir oyun olduğudur.
Sinan Aygün'ün kız kardeşi yine kendisi gibi CHP'li belediye meclisi üyesi birisine ''Canım sıkkın, moralim bozuk gel muhabbet edelim'' diyor. Bu arada diğer bir CHP belediye meclis üyesi Sinan Aygün'ün kız kardeşinin aradığı meclis üyesini tesadüf o ya; hal hatır sormak için arıyor, o da ''Sibel ablaya gideceğim, istersen sen de gel'' diyor.
Her iki belediye meclis üyeleri buluşup, davet edildikleri binaya gidiyorlar. Kendilerini; davet eden Sibel Akgün değil Sinan Aygün karşılıyor ve kendi ofisine davet ediyor. Oysa onları kız kardeşi davet etmişti. Belediye meclis üyesi diyor ki; ''Sinan Bey'in kendi ofisine davetine nezaketsizlik yapıp, size gelmedik Sibel Hanım'a geldik diyemezdik'' diyerek açıklık getiriyor. Aslında Sibel Hanım'ın işi o her iki meclis üyesini binalara sokmayı başarmaktı. Ondan kolay ne vardı; nihayetinde bu insanlarla abla-kardeş ilişkisi vardı.
Hoş beşten sonra Sinan Aygün; belli ki bir kurgu dahilindeki muhabbeti, sahibi olduğu Ankara Belediyesi ile imara aykırılık problemi olan inşaatlarına getiriyor. Oysa ki o iki insanın o anda orada bulunma nedenleri; kendileri gibi CHP'li ve belediye meclis üyesi olan Sinan Aygün'ün kız kardeşi Sibel Aygün'e canının sıkkın olması nedeniyle moral ziyaretinde bulunmaktı.
Velhasıl kelam; bu iki insanın ağzından suistimal edilecek bir ifade koparmak için kurgu devreye sokuluyor. Sinan Aygün'e; problemli inşaatlarla ilgili proje seviyesinde taahhüt ettiği otuz derslik lise inşaatı hatırlatılıyor. ''O kolay iş, üç beş milyonluk bir şey'' deyinde meclis üyelerinden birisi; her dost sohbetinde kullanılabilecek abartılı bir ifade kullanıyor ''Yapma ağabey, üç beş milyon olur mu, 25 milyon'' diyor.
Sinan Aygün karşı tarafın ağzından istediği cümleyi koparmıştır artık. Bu cümleyi yakalamasaydı bile suistimal edebileceği ifadeyi o iki meclis üyesinin ağzından koparana kadar muhtemel ki muhabbetine devam edecekti. Bu dost sohbetinde böyle bir ifadeyi yakalamak hiç de zor olmazdı.
Bu cümleyi allaya pullaya ''Benden 25 milyon rüşvet istediler'' şekline sokarak, aslında Mansur Yavaş'ın ülkemiz sathında örnek alınıp uygulanacak olan ''Temiz eller operasyonu''nu sekteye uğratmaya matuf olup, hükumetin işine gelen kendisini de sıkıntıdan kurtarmaya dönük bir operasyon olduğu anlaşılıyor.
Mansur Yavaş; Hükmet ve Sinan Aygün"nün ortak kurgusunu boşa çıkarmıştır. Allah doğrunun yanında olduğu için bu oyun tutmadı, bozuldu. Mansur Yavaş'ın hanesine ''Kar'' olarak yazılmıştır.

Yeni konan ''Varlık vergisi'' üzerine
Beyefendi yedi göbek Istanbul'lu. Eski Istanbul'lu olunca doğal olarak da denize sıfır bir evde oturuyor olması da normal. Bir fabrikatör olarak o mülkü edinmiş değil, silsileye devredilerek sahip olunan bir ev.
Aynı adam memur emeklisi olup, önceki kuşaklardan kendisine intikal eden gayrimenkulünde yaşamaktan son derece mutlu ve mesut. O binayı iyi bir paraya satıp, başka yerde de daha ucuza yaşayabilir ama bunu yapmak istemiyor, hayatından memnun.
Devlet yeni koyduğu vergi ile bu insana ne diyor biliyor musunuz.
"Sizin evinizin değeri 5 milyarın üzerinde. Yeni servet vergisi koyuyoruz, bu menkulünüz üzerinden 40 bin lira vergi ödemeniz gerekiyor"
Adam diyor ki; "Evet, evim değerli ama ben emekli maaşım ile geçiniyorum. Evim değerli diye bana herhangi bir yerden para gelmiyor ki. Bu çıkarmış olduğunuz vergiyi emekli maaşım ile ödemem mümkün değil"
Yani devlet şunu demek istiyor "Siz bu yüksek değerli evlerde oturmak hakkınız değil. Buralarda ancak aylık geliri yüksek olanlar oturabilir. Siz buraları satın başka yerlere gidin. Değerli yerlerde oturmanın bir bedelli var, onu da siz ödeyemezsiniz"
Sizce bu yüksek değerli evlerin sahiplerinin yeni konan varlık verisini ödeyememeleri durumunda haciz işlemi olduğunda kimler yeni sahipleri olacaktır...!
Ne var yani; biraz da siyasal islamcı AKP burjuvazisi Boğaz'da otursunlar(!)
Aslında bahis konusu varlık vergisi getirilebilir, kimlere; kendisi ve karısının parmağındaki alyanslardan başka serveti olmadığını söyleyerek siyasete başlayıp bugün Akdeniz'de filo sahibi olanların servet artışına getirilebilir.

Bugün çocuklarımdan ricada bulundum...?
Allah cümlemizinkini bağışlasın; 24 ve 29 yaşlarında iki oğlum var.
Sabah kahvaltı yapıyoruz.Yaşadığımız sorunlar, etkilendiğimiz veya etkilediğimiz durumlar, haller üzerine düşüncelerimizi paylaşıyoruz.
Muhabbet geldi özel yaşama. Genç insanlar ya; onları bazı hususlarda uyarma ihtiyacı duydum. "Çok haklısın baba" demekten ziyade savunma refleksine girdiler. Kendilerinden tek bir şey rica ettim "Bulunduğunuz her yer ve ortamda annenizin ve benim çocuklarımız olduğunuzu sakın unutmayın. Her ne kadar yaşam sizin özeliniz olsa da aynı zamanda bizimle de bir bütünlük arz etmesi gerekir. Çizdiğiniz resim bizim çerçevemize oturmalı ve yakışmalı.
Bakın, yazıyorum çiziyorum. Değişik sivil toplum örgüleri ile gerek görevli seviyesinde gerekse sosyal ilişkiler anlamında ilişki halindeyim. Sizden beklentim; gerek toplum içinde, gerekse vicdanızla baş başa kaldığınızda verdiğiniz her görüntü tutum ve davranışlarınız ile ailemize yakışanı yapın. Lütfen yaşadığım ve savunduğum değerler üzerinden beni sınava sokacak görüntüler vermeyin. Aksini yaparsanız yazamam, çizemem, düşünemem, söyleyemem; zira inandırıcı olamam.
Dolaysıyla büyük emekler vererek ete kemiğe büründüğümüz kurumsal yapılar adına (Partilerimiz, derneklerimiz) söylediklerimiz ve iddialarımız ile ne denli tutarlı olduğumuzun bir göstergesi de; eşimiz, çocuklarımız ile aile hayatımızdır.
Bir kimse eline mikrofonu alıp kitlelere tarifini yaptığı ideal yaşam ve sosyal düzene dair otoritesini en yakını, ailesinde bile sağlamayı başaramamışsa ilk yapması gereken kendi özel yaşamına çekilmesidir.
Allah kimseyi evlatları üzerinden sınava tabi tutmasın. Her anne babayı; gurur duyacakları hal, tutum ve davranışlarla muhatap kılsın inşallah.

Kaddafi'yi linç edenlere sakalık yaptık
Zamanında; özellikle Kıbrıs Barış Harekatı sırasında ülkemize en büyük moral desteği veren, katkıyı sağlayan Kaddafi eğer bugün yaşıyor olsaydı gene kendisinden muhtemelen en büyük yardımı görecektik.
BOP eş başkanlığı görevi gereği ve Arap Baharı rüzgarında sörf yapma tutkusu ile vefayı unutup ihaneti seçtik. Kaddadi'yi linç eden çakallara sakalık yaptık. Başımıza her ne musibet gelse aklıma bu tür vefasızlıklarımız, ihanetlerimiz geliyor. Bu ihanetimiz ile kaç milyon dolarımızı Libya çöllerinde batırdık, yetmedi 300 milyon dolar göndererek ihanetimizin üzerini kaymakladık.
Bugün Libya'ya asker gönderme gerekçemizde keşke zerre kadar vefa olsa ama yok. Yine sona ermeyen eş başkanlık görevi ve yine BOP Projesi gereği bir yerlere savruluyoruz ve maalesef yine yanlış yapıyoruz gibime geliyor.
Kendi egemenlik haklarımızı ve sınır güvenliğimizi Libya sınırları üzerinden koruma ve sağlama ihtiyacını duymamız veya zorunda kalmış olmamız ne denli yalnızlığımızın göstergesi değil mi. Biz tarihte kendimizi hiç bu kadar yalnız hissetmemiştik. Bir PKK vardı o da 2002 yılı itibariyle eylem yapamaz hale getirilmişti. O günden bu güne sadece değişen AKP'nin kurulup iktidar olması, değişmeyen de gene AKP'nin süreli iktidarda olmasıdır.
Bir an düşünelim; Kaddafi yaşasaydı, Esat ile kahvaltılarımız devam ediyor olsaydı....
Biz BOP Projesi pisliğine niçin bulaştık. Türk milleti adına meclis 1 Mart tezkeresini yani bir anlamda BOP projesini ret edip, yırtıp attığı hâlde niçin inadına milletin vicdanının sesini "Bay Pas" yapıp eşbaşkanlığa soyunduk.
Dolayısıyla meselenin temelinde dünyayı yeterince okuyamamış; bilip, öğrenip, anlayamamış; ihtiraslı, bir o kadar da narsist bir insanın; ortalama algı düzeyi ve demokrasi anlayışı yeterince nitelik kazanamamış insanlar tarafından taşıyamayacağı yükün ve sorumluluğun altına sokulması ile hem kendisini, hem de kendisinden beklendi içinde olanları perişan hale getirmiş olmasıdır.

AKP önce başımıza belayı sarıyor sonra kurtulmak için kahramanlığa soyunuyor
AKP önce başımızı belaya sokuyor, sonra o beladan kurtulma mücadelesi devlet için zaruret haline gelince bu sefer de devletin verdiği mücadeleden siyasi rant elde etme derdine düşüyor.
Düşünebiliyor musunuz AKP camaat/fetö'yü devlete yerleştirip sonra da onlarla parti olarak en iyi mücadeleyi yapanların kendileri olduklarını iddia edebiliyorlar.
Yılanı getirip evin içine sok, sonra da yakalanmak için ortaya koymuş olduğun mücadele için hane halkına caka satacaksın.
Arap'ın derdi AKP'yi gerdi. BOP projesinin tayın ettiği, iştah kabartan eş başkanlığın cazibesi Arap Baharı rüzgarında sörf yapma tutkusunu tetikledi. Böylece tek adamın ihtirasına gem vurulamayıp, nefsine mağlubiyetiyle Türkiye ve Türk milleti olarak oradan oraya savrulma durumunda kaldık. Bedeli ise yüzlerce şehit, beş milyon göçmen, kırk milyar dolar masraf...
Oysa ki "Devlet Bahçeli inisiyatifi" olmasaydı 7 Haziran 2015 seçilmeleri ile bir parti için maksimum doğal iktidar süreci tamamlanmıştı. Aslında Devlet Bahçeli'nın yaptığı doğal bir sürece çomak sokmaktı. Ne garip değil mi; Devlet Bahçeli de o güne kadar bütün siyasi kötülüklerin anası olarak AKP'yi görüyordu.
Niçin bunlar aklıma geldi bilmiyor musunuz; Libya'ya asker gönderme kararımız var ya; yoksa gene bizleri bir yerlere savuracak rüzgarı mı bekliyoruz.
Tanrı Türk'ü korusun ve yüceltsin.

Bilim adamının siyasi parti propagandisti olması
Özellikle AKP döneminde devşirilmiş yandaş akademisyenlerin bilim adamlığı adına utanç duyulacak taraflı siyasi değerlendirme ve yorumları yüzünden "Bilim adamı saygınlığı" itibar yetirmeye başladı. Çok ilginç, AKP kendi siyasi kimliğini temsilen politikacıları değil yine kendilerini temsilen yandaş bilim adamlarını TV programlarına gönderiyor.
Önünde prof. olan, Doç. olan Dr. olan; velhasıl kelâm cart curt olan bu adamların; yine bilim adamlığı onurunu kurtarmak adına siyasî programlardan tecrit ermek lazım. Adam rektör ama aynı zamanda AKP propagandisti. İnsan bilim adamlığı adına utanır be. Bir diğeri ise; twit ishaline tutulmuş embesil seviyesindeki beyni ile "Atatürk de Libya'ya gitmişti" diyebiliyor. Bu ancak ve ancak Allah'ın sadece insana bahşettiği akıl denen nimete nankörlük değil de nedir.
soralmehmet@gmail.com

17 Aralık 2019 Salı

YENİ PARTİLERE VEKİL VERMEK

Meral Akşener'in yeni partilere vekil vermesinin anlamı nedir
Yeni kurulan partilerin öncelikle bir yerlere gelmelerinden ziyade, cumhur ittifakının tasallutunda olan demokrasimizin kurtarılması anlamında ne gibi bir katkılarının olabileceğini düşünmek lazım.
Meral Akşener bu anlamada en makul ve makbul stratejiyi takip ederek, yeni partilerin kurulmasına olumlu bakmıştır.
"Tek adamlı partili cumhurbaşkanlığı sistemi"'nin ne getirip ne götürdüğünü yeterince idrak edemeyenler Meral Akşener'in takip ettiği stratejiyi anlamadıkları anlaşılıyor.
Önce demokrasimizi kurtarma sonra iktidar olma stratejisi. Bunun en bariz sonucunu; en son mahalli seçimlerde millet ittifakın organize gücü ve yakın takibi ile trafoya kendilerin girmesine mani olunmuş olmasıdır. Bu başarılmasaydı seçim olsa neye yarayacaktı ki.
Meral Hanım yeni kurulan partilerin ihtiyaç duymaları halinde İYİ PARTİ'den kendilerine milletvekili verebileceklerine dair ifadesindeki kasıt; cumhur ittifakını uyararak ''Eğer bir şekilde; insanların demokratik haklarını kullanarak kurdukları veya kuracakları partilerin bu haklarına binaen teşkilatlanmaları ve seçimlere katılmalarını engellemeye matuf her türlü girişimlerinize karşı demokrasimize sahip çıkmak adına üzerimize düşeni yaparız bilesiniz'' anlamına gelmektedir.
Bence çok zekice düşünülüp, ileriyi görerek açıklanmış bir düşüncedir. Meral Akşener, siyasi aklın gereği olarak yeni sistemin demokrasimize dayattığı şartların ruhuna uygun akıllıca bir strateji belirleyip takibini de özenle sürdürmektedir.
Meral Hanım aynı zamanda bu düşüncesi ile kurulan veya kurulacak olan partilere muhtemel bir ittifak için mesajını erkenden vermiş olduğu gibi aynı zamanda demokrasimizin teminatı için Türk milletine İYİ PARTİ olarak üzerine ne düşüyorsa onu yapabileceği gibi bir güvence sunmaktadır.
Hepimizin şahit olduğumuz üzere Türk milliyetçilerinin projesi olan İYİ PARTİ'nin kurulma gerekçesi; İYİ PARTİ'yi ete kemiğe büründüren Türk milliyetçilerinin ''Partili cumhurbaşkanlığı Sistemi''ne geçilmesine yönelik referanduma gidilmesi kararına karşı verilecek mücadele için kurumsal bir yapıya ihtiyaç duyulmuş olmasıdır.
Gerek Davutoğlu gerekse Babacan yapmış oldukları açıklamalarında ''Demokratik parlamenter sistem''e dönmeyi taahhüt etmişlerdir.
Dolayısıyla, meşrutiyetini ''Tek adamlı partili cumhurbaşkanlığı sistemi''ne hayır demeye dayandıran ve aynı zamanda ''Demokratik parlamenter sistem''e dönmeyi de taahhüt eden İYİ PARTİ'nin genel başkanı Meral Akşener'in; ''Parlamenter sisteme dönme'' ilkesinde aynı şeyi düşünen yeni kurulacak partilere demokrasi adına jest yapacağını beyan etmesi; kendisinin ve İYİ PARTİ'nin verdiği mücadeleyi de dikkate aldığımızda çok ilkeli ve tutarlı bir davranış biçimidir. Tebrik ediyorum.

Siyasette edep ve adap dili
İmamoğlu'nun; muhteremin adeta ''Devlet de benim millet de benim'' dercesine ''Otur işine bak'' azarlamasına karşı edep ve adap dahilinde özenle seçerek kullanmış olduğu ifadelerden dolayı kendisini tebrik ediyorum.
Belli ki siyasette öne çıkan yeni ve öncü aktörler eski alışkanlıkları yerle yeksan eden bir edep ve adap dilini tercih ediyorlar. Meral Akşener İYİ PARTİ'nin kuruluş aşamasında bu üsluba özen göstereceğine, milletin buna ihtiyaç duyduğuna özellikle dikkat çekmişti. Genç bir siyasetçi olarak İmamoğlu'nun da aynı üslubu tercih etmesi ile uzlaşı kültürü gelişip, belli bir seviyeye gelirse demokrasimiz de nitelik kazanacaktır.

Hande Fırat'ın kendi programında rahatsızlanması
Hande Fırat'ın geçen hafta moderatörlüğünü yaptığı programı sırasında aniden rahatsızlanması nedeniyle programa devam edilemedi.
Rahatsızlığını ifade edişi sırasındaki görüntüsü ile yayın arkası devamındaki görüntü ve davranışlarını gözlemledim. (Aşağıda ekli video'yu siz de izleyebilirsiniz) Kötü niyetli olduğumu da düşünebilirsiniz ama ben bu ani ''Rahatsızlanma'' halini pek de inandırıcı bulamadım ''Alo Hande hattı''nın devreye girdiğini düşünüyorum.
Tartışılan konu şu idi. CHP'li olup, hukukçu kimliği ile programa katılan konuğun ''Seçimlerin zamanında yapılması durumunda Erdoğan'ın tekrar cumhurbaşkanı adayı olamaz'' şeklindeki bir görüşünü tartışmaya açmış olmasıydı. Bunun nedenini de anayasamıza bağlıyordu. Benim kanaatim o ki; muktedirler tarafından bu konunun gündeme alınıp tartışılması istenmedi ve programa müdahale edildiği şeklinde.
15 Temmuz gecesi Erdoğan ile canlı yayın bağlantısı için o kadar yandaş TV'ler ve onların muhabirleri varken Hande Fırat'ın seçilmiş olmasını da manidar bulmuştum. Fetö'nün hizmetindeki asker görünümlü hain şerefsizlerin o gece yandaş kanalları değil de diğer muhalif TV kanallarını basmalarını da manidar bulmuştum.
Böyle düşünmemin temel dayanağı ülkemizi algılarla yönetmeyi alışkanlık haline getirmiş olan ve hükumet edenlerdir. Türk milletine güzel Türkçe'miz dışında bir de algı dilini öğrettiler. Bizim yaptığımız da bu öğretilen ''Algı dili'' ile gördüğümüzü, duyduğumuzu yorumlamaktır.
Mehmet Soral
soralmehmet@gmail.com

11 Aralık 2019 Çarşamba

KARPUZ KABUĞUNU KEMİRME DUYGUSU

Karpuz kabuğu ve 28 Şubat'ı kemirme duygusu
Sene 1960-65'li yıllar. Köyümüz Karadeniz'in en güneyinde en yüksek dağ köyü diyebiliriz. En yakın İlçe ile irtibat ancak çok ihtiyaç duyulduğunda kurulur, sık sık alışverişe gidilmezdi. Dolayısıyla, köyde yetiştirilemeyen bir çok yiyecek ve meyve türünü çok nadiren tatma imkanımız olurdu.
Mesela karpuzu, portakalı çok nadir görürdük. Biz çocuklar karpuz kesileceği anı heyecanla beklerdik. Herkes hissesine düşen bir dilimi alır yerdik. Ancak gerek karpuz, gerekse portakala özlem öyle bir hat safhadadır ki; yemekle bitirmeyiz kabuklarını da kemirmeye devam ederdik.
AKP bütün varlığını 28 Şubat sonuçlarını sömürme üzerine oturtmuş olup, karpuz kabuğu misali sonuçlarını kemire kemire bir türlü bitiremedi.
Evet, 28 Şubat'cılar da devletin kısmen kamu kısmen de Ordu'nun gücünü kullanarak zamanın hükumetine yaptırım uygulamışlardı. Peki AKP farklı bir şey mi yaptı; aynı şekilde parti iç meselesi diyerek devletin otoriter gücünü kullanarak kamuflaj ettikleri basbayağı bir darbe ile halkın seçtiği başbakanı istifa ettirerek görevinden aldılar.
Yine demokrasimize olan bir başka basbayağı darbeleri de; halkın seçtiği önemli şehirlerin belediye başkanlarını; "Metal yorgunluğu" gibi absürt olan, anayasamızda ve hukukumuzda yeri ve tarifi olmayan nedenlere bağlanarak görevlerinden alınmaları şeklinde olmuştur.
Oysa ki; her devletin kurum ve kuruluşlarındaki gerek atamalar gerekse görevden almaların şekil ve usullerinin hukuki tanımları her ciddi devletin anayasasında ve o anayasaya bağlı yasalarla belirlenmiştir. Dolayısıyla, anayasa ve hukuk sisteminde "Metal yorgunluğu" denen bir tanım yoksa ona dayandırılarak bir başbakanın görevden alınması veya seçilmiş belediye başkanlarının istifa ettirilmesi darbenin alasıdır.
E, tabi ki en önemlisi cumhuriyet tarihinin en büyük ihanet şebekesinin devlete yerleştirilmesini sağlayıp sonra da 15 Temmuz ihanet sürecini yaşatan AKP; muktedir olmanın gücünü kullanarak, 15 Temmuz ihanetine bakış ve değerlendirilişi kendi belirledikleri perspektif üzerinden yapılmasını hepimize dayattılar. Bu öyle bir dayatma ki; en ufak farklı değerlendirme karşısında hemen "Fetö de böyle diyor" tehdidini savuruyorlar.
Mesela, Recep Tayyip Erdoğan'ın adeta gizli ajandasının itirafı (Buna Allah söyletti denir) anlamına gelen 15 Temmuz ihaneti akabinde söylediği "15 Temmuz Allah'ın bize bir lütfüdür" sözünden özellikle muhalefetin anlaması gereken neydi; "Biz bu kalkışmanın sonuçlarından öyle faydalanacağız ki; rejimimiz, demokrasimiz, sistemimiz ve bunlara paralel cumhuriyet değer ve kazanımlarında; önce değişim sonra da dönüşümü sağlayacağız" şeklinde olmalıydı ve muhalefet de hassasiyetini bunun üzerine oturt malıydı.
Maalesef muhalefet de AKP'nin 15 Temmuz üzerine dayattığı tekci bakışını benimseyerek, yukarıda ifade ettiğim kamuflajlı darbelerini; yıllardır 28 Şubat sürecini ve sonuçlarını kemiren AKP gibi etkin bir siyaset oluşturarak muhalefet yapamamıştır. Yani karpuzu bol görüp, kabuğunu kemirme ihtiyacı duymamıştır.
Neredeyse zaman biraz daha uzasa AKP; Fetö'nün CHP'den çıktığını, ihaneti de beraber yaptıklarını söyleyip, algı bombardımanı ile kabul ettirecekler. Feötü'nün varlığını kırk yıla yayıp, kabahati herkese pay etmek isteyen AKP ve eklemlerine karşı bir tek muhalefet partisi çıkıp da; "Evet, kırk yıldır bir cemaat vardı ama cemaatin aklına karpuz kabuğunu sokarak fetö'ye evrilmesinin müsebbibi sizsiniz" deyip, bunun üzerine siyasi argümanlar geliştiremediler. AKP'nin algı tuzağına düşerek sürekli "Bizde fetöcü yok" savunmasına girdiler.

Bizler muktedirlerle baş edememiş olabiliriz ama Allah her şeye şahid
AKP siyasi olarak iktidara geldi ama daha önce devlet kurumlarına yerleşmiş "Cemaat/Fetö" kadrosu ile de muktedir oldu.
Bunlar iktidara geldiklerinde cemaatin gücünün farkında değiller miydi; elbette farkındaydılar. Öyle ya; 28 Şubat sürecinde aynı siyasal İslamcı güç susup sinmeyi tercih etmişken niçin AKP kurulduktan sonra Ergenekon ve Balyoz davalarının başlaması ve devamında son derece yürekli ve cüretkar olabilmişlerdir. Bunun tek cevabı var; o gün için "Cemaat/fetö" nün devlet kurumlarına yerleşmiş olan gerçek gücünü çok iyi biliyor olmalarıydı.
AKP'nin siyasi otoritesi ile cemaat/fetö'nün devlet kurumlarında muktedir olan kadrosu kafa kafaya vererek aslında Ergenekon ve Balyoz kumpasları sürecini tetikleyerek, murad ettikleri sistem değişikliğine soyundular.
Bunu başarmaktan o kadar çok emindiler ki; İşte tam da bu noktada değişim ve dönüşümün kahramanı AKP mi, cemaat/fetö mü olacak kavgası ülkemizi 15 Temmuz ihanet sürecine taşımıştır.
AKP kurumsal kimliğinin Gül, Babacan ve Davutoğlu'na bakışları; bunlar AKP'deyken ne idiyse ve bugün hangi düzeye evrilmişse; "Cemaat/fetö" ile beraberliklerinde de benzer sosyoloji yaşanmıştır. Yani seni kanatları altına alarak zirveye taşırken dost, bıraktığı zaman hain ve düşman oluyor.
Aynen fetö için izdivaç bozulunca ne söylemişlerse Babacan, Gül ve Davutoğlu için de söyleyeceklerdir; "Bunlar bizi kandırdılar"
Devletin bütün imkanlarını kullananların nelerine itiraz etmişsek; sahip oldukları muktedirlik ile bizleri ezen ve susturanlarla başa çıkmak elbette mümkün değil.
Allah olup bitenleri görüyor, her şeye şahit ya; bunları kendi aralarında eğip, büküp birbirlerine doladı. Şimdi her birisi diğerinin bir yerinden çekerek içine düştükleri çukurdan kurtulma derdindeler.
Anlaşılan o ki ; düğün için birbirlerine verdikleri emanetleri megafonla anons ederek deşifre edecekler; "Fazla havaya girme güzelim, o entariyi sana veren ben değil miyim".
Bütün rezillik bir delikanlının o kırmızı entarili kıza gözünün kayması ile oldu.
Lütfen, AKP'nin paşa gönlü öyle istiyor diye algı dayatmalarına kanmayın. Fetö'nün müsebbibi olduğu alçaklığın vebalini tarihi geçmişimize pay etmek gibi kendilerini masumlaştırma gayretlerini; her akşam çeşitli vesilelerle TV'lerdeki yandaş konuşmalarında şahit oluyoruz.
Kadının birinci eşinden, ikinci eşinden, üçüncü eşinden; velhasıl kelam çocuğu olmamış ama son eşinden olmuş. Öyleyse; beklenenin gerçekleşmesinde pay sahibi olanlar kadın ve son eşinin olduğu aşikar değil mi. Peki bizler hangi hakla kadının boşanmış olduğu diğer eşlerini elde edilen sonuçtan pay sahibi veya hak sahibi görebiliriz.
soralmehmet@gmail.com

5 Aralık 2019 Perşembe

AKLIMIZA TAKILAN DELİ SORULAR

Aklımıza takılan deli sorular
Her akşam TV'lerde, Vatan Partisi ve MHP adına gerek hukukçu gerekse gazeteci kimliği altında bir çok insanın cümleleri bile tıpa tıp aynı olan konuşmalarını dinliyoruz.
Bu bir Recep Tayyip Erdoğan başarısıdır(!) Bana hep soruyorlar "Erdoğan'ın hiç mi başarısı yok". Alın işte size veriyorum; çözümü en zor bilinmeyen denklemin bileşenlerini bir araya getirmiş insan(!)
Şimdi her iki tarafa, Devlet Bahçeli ve Doğu Perinçek'e sorulsa; eğer bugünkü muhabbetiniz devletin bekası ve güvenliği için ise; geçmişte hangi devletin hangi güvenliği ve bekası adına her iki tarafın mensupları karşılıklı kan dökülmesi pahasına mücadele etmişlerdir.
Doğal olarak aklıma hemen hemen şu soru geliyor "Acaba bizler o geçmiş yıllarda; evimize dadanan hırsızı kovalayalım derken aslında o civarda çekimi yapılmakta olan ama farkında olmadığımız bir filimin yine farkında olmadan figüranları mı olmuştuk"

Yine bir psikopat yine bir genç kızımızın katledilmesi
Suçsuzlukları mahkeme kararı ile tescil edilmiş olmasına rağmen KHK ile devlet memurluğuna devam etmeleri sakıncalı görülen insanlar görevlerine iade edilmiyorken....
Yine cinayet falan değil, sadece fikir suçundan hapis yatarlarken mahkeme kararı ile serbest kalmalarına rağmen hapisliğinin devam etmesini isteyen yürütme tarafından bir başka mahkeme kararı ile insanlar aynı gün evlerine gitmeden tekrar tutuklanırken....
Ceren Özdemir kızımızın katline bu devletin "Tanımış olduğu iltimas" insanı çileden çıkarıp, daha da kahrediyor. Adam suç makinesi. Sürekli suç işleme potansiyeline sahip. Nasıl bir iyi hal arz ediyor olmalı ki; iki defa açık cezaevine alınıyor ve her ikisinde de oradan kaçıyor, durmuyor yine suç işliyor.
Adam Allah'tan silah bulamamış, yoksa daha çok insanı katletmeyi aklına koymuş. Eğer bir silah edinebilmiş olsaymış seri katil olacakmış. Bir tezgahtan çalmış olduğu bıçak ile sadece Ceren kızımızı katledebildi.
Devlet aynen kendisine karşı işlenen suçlar karşısında gösterdiği devleti koruma refleksini; vatandaşı böyle suç makinesi canilere karşı korumak için de göstermelidir. İnsanını yaşatamayan devlet yaşasa ne olur ki.
Caninin psikolojisinin hiç takip edilmediği anlaşılıyor. Adamın bakışlarından bile ne olduğunu anlayıp, takip edebilen uzmanlık alanları varken; sadece hapis halindeyken bir vukuat işlememiş olmasını iyi hal olarak görüp açık ceza evine alınması başlı başına bir hata.
Adam bir defa açık ceza evinden kaçmış, yakalanmış gene açık ceza evine konuyor. Bu nasıl bir iltimas dır ki; kötüye kullandığı hak tekrar veriliyor. İşte bu hak edilmeyen ikinci hak verildiği için Ceren kızımız katledildi.
Ceren kızımıza Allah'tan rahmet, ailesine sabırlar diliyorum.

İnsanların yedikleri içtiklerinden kime ne
Kaç gündür bir kaz-şarap muhabbeti aldı başını gidiyor. İnanın ki bundan sonuç alamazlarsa şunu tartışacaklardır; bir ıkınmada kimin ne kadar çok özür dilerim def-i hacet edebildiğini. Çünkü bunlar ulvi şeyleri tartışmayacak kadar aciz ve zavallılar. Çünkü Allah bunlara "Kimin ne yiyip içtiğinden bize ne" diyecek kadar bir mantaliteyi nasip etmiyor ki; sürünsünler diye.
Batı standartlarında asgari müştereklerde ne düşünmeyi ne de yaşamayı bilemeyen, bilse bile beceremeyen; batıya öykünürken bir taraftan da kendilerini "Uydurdukları" dinin cenderesine hapsederek yaşayan bu insanlar; hiç de hak etmedikleri demokrasisinin imkanları ile yine aynı demokrasiyi katlediyor olmaları demokrasi adına yürekler acısı bir durum değil de nedir.
Ulan kepaze adam; senin yediğinden içtiğinden bana ne, bir başkasının helaya def ettiğinden sana ne. Adam şarap içmişse sana ne olabilir, sen zemzem içmişsen bana veya bir başkasına ne olabilir ki.
Az kaldı; inandırıcılığınız çocuklarınız üzerinde bile kalmadı. Medeni dünyayı okutan "Alfabe"ye kafanız basmadığı için cari medeniyeti algılama sorunu yaşıyorsunuz ama çocuklarınız öyle değil, pekala okuyabiliyorlar. Niteliksiz kaba gücünüzle elde ettiğiniz inisiyatif kendi çocuklarınızın da katkıları ile yerle yeksan olacak. 800 yüz bin oy farkı sizin çocuklarınızın oylarıydı, bilesiniz.

Çalınan sorularla memur olanlar 
Mesela diyorum; 2010 yılında çalınan sorularla devlet memuru olup başkalarının memurluk haklarını gasp ederek hala görev yapanları tespit etmek için ne yapıldı veya yapılacak. Hiç bir şey yapılmadığını Ersen Şen Hoca sürekli dile getiriyor.
Eğer hala bir şey yapılmıyorsa; bu durumda AKP fetö'nün ihanetini sadece kendilerinin iktidarına karşı yapıldığını düşünüyor olmalılar ki; fetö'nün müsebbibi olduğu; sınav sorularının çalınmasında olduğu gibi vatandaşı doğrudan ilgilendiren hak kayıplarının iadesi veya telafisi anlamında soruşturma ve koşuşturma yoktur.

AKP fetö ile ilgili müsebbibi olduğu vebali herkese pay etmek istiyor
AKP, fetö ile ilgili geçmişe dönük hukukunun vebalinden kurtulmak için diğer partileri de vebalini taşıdığı bu hukuka eklemek için müthiş bir gayret içinde. Amaç ne; "Hangimiz bunlara bulaşmadık ki" dedirterek, vebal yükünü başkalarına da kurnazca pay ederek azaltmaktır.
Neymiş; Fetö kırk yıldır varmış. Tamam varmış da; AKP dışında hiç bir hükumet zamanında amaçlarını gerçekleştirmek için onları yüreklendiren, cesaretlendiren bir başka hükumet de olmamış. Adamları kurban derisi toplamakla ve başarılı üniversiteye hazırlık kursları ile tanıdık. Siz ne yaptınız "Ne gerek var bu ufak tefek işlerle uğraşmanıza; daha büyük şeyler isteyin" dediniz, nitekim verdiğinizi de itiraf ettiniz.
Ben böyle bilip, böyle söyleyip, böyle anlatmaya devam edeceğim. Çocuklarıma da zaten anlatıyorum. Torunlarıma anlatmaları da vasiyetim dir.
Fetö'nün aklına "Karpuz kabuğunu" sokan AKP olmuştur. İşte bu akla sokulan karpuz kabuğunun yarattığı şehvet duygusu "Cemaati" fetö sürecine taşımıştır.

Tek adamlı sistem işte böyle bir şey
İşte "Tek adamlı partili Cumhurbaşkanlığı sistemi" öyle bir şeydir ki; bunu düşünmüş olanlara elbette aptallar "Diyemeyiz" ama iktidar partisi ve onun genel başkanı oturup Termik santrallerle ilgili yaptırım için düzenleme yapıyorlar ama bizleri aptal eden bir karar ile aynı parti başkanı/cumhurbaşkanı kendisinin de iradesinin dahil olduğu düzenlemeyi veto ediyor.
O zaman sorarlar adama; "madem ki veto edecektin niçin hazırladın, hazırladıysan niçin veto ettin"
Her iki sorunun cevabı normal demokrasilerde elbette vardır ama tek adamlı sistemlerde cevap tektir "Paşa gönlüm öyle istedi"
Ne yapsanız boşuna, bu ucube sistemi ayakta tutmanız, itibar kazandırmanız mümkün değil. Eşyayı çalıp sonra da buldum diye ortaya çıkarmak o insana ne kadar itibar kazandırırsa; filtre düzenlemesi yapıp sonra da veto etmek "Partili Cumhurbaşkanlığı sistemi"ne o kadar itibar kazandırır.
Dolayısıyla "Tek adamlı partili Cumhurbaşkanlığı sistemi; Temelinde Türk milleti ve devletinin daha mükemmel şartlarda varlığını sürdürmelerine yönelik bir arayışla değil; iki narsist insanın koltuklarını nasıl muhafaza edebileceklerine dair taşıdıkları endişeye binaen bulmuş oldukları formüldür.
Anlaşılan o ki; sadece bu iki insan koltuklarını kaybettikleri an yeni sisteme de veda edeceğiz.
Yeni sistem işte böyle bir şey; peydahladığı geceyi çok iyi bilen babaya bile doğan çocuğunu inkar ettirir. 

Piyango bir şans oyunu olup kumar ise...
İnsanlarımızı önce yoksulluğa sürükleyip, sonra da her yıl ikramiye miktarını artırarak piyango önünde umut kuyruğunda sıraya dizmek devlet ve yönetenler açısından büyük çelişki değil mi dir.
Dolayısıyla,
Emek denen şeye saygı duyan, aklı başında, şuurlu olan herkesin; umut tacirliği yapan devletin teşvik ettiği dinimizce haram olan bu toplu kumarı protesto edip, iştirak etmemeyi öneriyorum. (Her ne kadar özelleştirilmiş olsa da)
Bir an için piyango bileti alan herkesin, ceplerindeki son kuruşlarını, içine düştükleri çaresizlikten kurtulmaya matuf son umutları için kullanmak zorunda kalmış insanlar olduklarını düşünelim. Ben hep böyle düşündüğüm için hiç bir zaman piyango bileti almayı vicdani bulmamışımdır.
Milyonlarca insanın kuruşlarının tek tek toplamı olan ve nihayetinde birilerine çıkan bu toplu ve hak edilmeyen para; emeğe saygısızlık olduğu gibi Müslüman olduğunu iddia eden herkes için Allah'a isyandır.
Ne garip değil mi; ezanın dinimizce nasıl okunacağı hiç önemli değilken; farz-ı terk gibi görüp tartışan "Müslüman aklı" nasıl oluyor da devletin her yıl milyonlarca insanı; reklamını da yaparak dinen haram olan toplu kumara davetini tartışmaz.
İşte "Siyasal İslamcılık" öyle bir şeydir ki; ezanın nasıl okunacağını tartıştırır ama piyango denen toplu kumarı tartıştırmaz.

Kısa kısa
Filistin bize hangi kalleşliği yaparsa yapsın; muhteremin onlara olan aşkına, muhabbetine mani olmuyor anlaşılan. Yine onlara bugün kucak dolusu sevgi ve muhabbetlerini gönderdi.
Oysa aynı hoşgörüyü iç siyasette ortaya koysa; ülkede birlik ve beraberlik adına bekli de bir çok problemin üstesinden gelmeyi başarabileceğiz.
...
Mehmet Metiner sürekli Bülent Arınç'ın fetöcü olduğu zannı ile konuşuyor.
Aslında Mehmet Metiner zerre kadar samimi olsa şunu demesi lazım "Fetö'nün siyasi ayağının ortaya çıkarılmasına mani olanların alayı kripto fetöcu dür"
...
Bu gün "Sordurulmuyor" olabilir ama inanıyorum ki; gün gelecek Kenan Evren'e sorulduğu gibi sorulacak; "Tamam aslanım; orada, burada şurada fetöcü aradınız da; niye siyaset kurumunda aramadınız" denecektir.
Benim temennim sorulacak soruların; yaşananların müsebbibi olanların henüz akılları başlarında, çişlerini tutabiliyorlarken sorulmasıdır.
...
Sayın Cumhurbaşkanı,
Fransa Cumhurbaşkanına haklı olarak, tam da Kasımpaşa dili ile bindirdiğin lafların aynısını fazlası ile hak eden Trump'tan esirgemenizin özel nedeni nedir acaba.
...
Sayın Bahçeli "Herkes hesabını 2023 göre yapsın, seçim falan yok" demiş.
Sayın Bahçeli hesabı size tutturduk ambardaki buğdaydan da olduk. Bu bir değil, iki değil...
Artık biz karar verdik; kendi hesabımızı kendimiz takip edeceğiz.
Olacak iş mi; ekiyoruz, biçiyoruz; gerektiğinde ölüyoruz da ama toplayıp çıkardığımızda bir de bakıyoruz ki; ambardaki buğdaydan da olmuşuz. Herkes şahit; ortada emek var hasat yok. Duruma çare bulmak lazımdı, biz de onu yaptık.
Mehmet Soral
soralmehmet@gmail.com