18 Mart 2017 Cumartesi

HAYIR DEMEMİN GEREKÇESİ

Genel de kurumlar, buna devletler de dahil; problemleri görüşmek, çözüm üretmek veya iş birliği kurmak ve geliştirmek, üzere günün bir vaktinde müşterek bir yemeği vesile kılarak fırsat oluşturulmaya çalışırlar.
...
Belli ki Hollanda Başbakanı da bu niyetle bizim başbakanımıza malum sorunlarımızı görüşmek, belki de tatlıya bağlamak üzere yemekte buluşmayı önermiş. Başbakan da "Ne münasebet, terbiyesiz adam" dememiş; "Belki veya olabilir" şeklinde geçiştirdiğini bizzat kendi ağzından dinledik. Peki Cumhurbaşkanımız Erdoğan ne diyor "Şuna bak, terbiyesiz adam; beraber yemek yiyelim diyor, dalga geçiyor". 
Oysa Hollanda Başbakanının önerisi; diplomasi diline uygun, en nezaketli cümle ile yapılmış bir teklif. 

...
Artık Cumhurbaşkanının "Terbiyesiz adam" sıfatını kullanmış olması Başbakan Binali Yıldırım'ın malum sorunla ilgili olarak inisiyatifini ortaya koyma şansını ortadan kaldırmıştır. Dolayısıyla Hollanda ile Türkiye arasındaki her türlü bürokratik işlemler kilitlenecek, Erdoğan'ın ne düşündüğü veya düşüneceği takip edilecektir. 
...
Bence asıl kullanılan bu dil devletin bekası ile ilgili sorun yaratacaktır. Bu dili kullanan insanı kimseler aralarına almak, görmek istemeyecekler ve o kimseler dediğimiz devlet adamları bir araya geldiklerinde sürekli olarak Türk Devleti ve milletine karşı düşmanlık için ortak eylem ve işbirliği geliştireceklerdir. Oysa ''Monşerler'' denilerek dışlanan, horlanan ve büyük emeklerle yetişen bu diplomatlarımızın danışmanlığında; Türk milleti ve Devletine karşı düşmanlıkta konsolide olmalarına her geçen gün vesile olduğumuz devletlerle görüşmeler yapılarak; ülkemiz adına oluşan riskleri azaltmak mümkün olamaz mı? 
...
Keşke her efelendiğimizde; aynı anda ülkemizde fabrikalar kuruluyor olsa, işsizlik azalıyor olsa, Hollanda'dan silah ithal etmeyecek duruma gelmiş olsak. Almanya'dan artık tank, helikopter almıyor, tüm bakanlıklarımızın makam arabalarını ithal etmiyor olabilsek; keşke, keşke... Ama gerçekler tam tersi. Çözüm efelenmekte ise şayet; statlar bom boş. Gerekirse seksen milyon statları doldurup, efelenmenin alasını yaparız öyle değil mi?
...
Yukarıda anlatmaya çalıştığım yaşanmışlıkları dikkate aldığımızda; getirilmek istenen partili Cumhurbaşkanlığı sistemi; tek adamlılığın gayri hukuki ve kanuni olarak fiilen uygulanmaya konulmuş şeklidir. 
...
İşte bizler, Tük milliyetçileri bilfiil daha önce yaşadıklarımızı, yaşamakta olduklarımızı dikkate alıp, düşünerek #Hayır diyoruz. Algılara teslim olmak, peşinden sürüklenmek yok. Eğer partimizin liderine vicdanımızı ipotek ettirip, bu da yetmeyip sadakat nikahı kırdırmış olsaydık; elbette aklımızdan bu tür sorgulamalar geçmez, analiz yapıp, hükümlere varamazdık. 
...
Bugün Türk milliyetçileri, ülkücüler olarak referandum üzerinden oluşan ayrışma gibi bir sorun yaşıyorsak; uğruna inanmışlık ve adanmışlığımızı içselleştirdiğimiz ülkücülüğümüzden değil; aksine ülkücülüğümüzden gelen şahsiyetli duruşumuzdan kaynaklanıyor. Birileri irademizi kendilerine ipotek ettirmedik diye bizleri ülkücülüğümüzden aforoz etmeye kalkışıyorlar. Adama ''Bu şahsiyetliliğin üzerinde senin ne kadar hissen var ki. Hadi oradan, sen de kimsin'' derler.
...
Ülkücüyü zapt etmek zordur, hele ki boynuna kement atmaya yeltenmek. Saygınlığını kazan, canını sana feda etsin; ta ki koruyana kadar. Bizi yetiştiren peşinden sürüklendiğimiz algılar değil; saygınlığın, güvenin sağladığı sadakat ve kitaplarımızdan elde ettiğimiz öğretilerdir. 
Kötü bir huyumuz var ki; öz güven sahibiyiz ve ''Düşünüyoruz''(!) 
Adam boşuna dememiş ''Düşünüyorum; öyleyse varım'' diye.

Mehmet Soral

soralmehmet@hotmail.com