28 Aralık 2020 Pazartesi

TORBA YASALAR İÇİNDE HİLE YASALAR


''Torba yasa mı hile yasa mı''
"Teröre finansmanı önleyecek kanun" teklifini de içine koyarak torba yasa ile bakın hangi yasayı meclisten geçirdiler.
"İç işleri bakanına dernekleri kapatabilme veya kayyım atama yetkisinin verilmesi"
Niçin bu yolu seçtiler; çünkü muhalefet torba yasaya ret oyu verirse "Bakın bakın; bunlar teröre finansmanı destekliyorlar" diyebilmek için.
Evet, bu yasa torbanın içine konmuş ki; esas olan "Derneklerin işçileri bakanı tarafından istendiğinde kapatılabileceğinden tutun da; yönetimlerine kayyım atanmasına kadar bir çok yetkinin verilmesi" şeklindeki, sivil toplum örgütlenmesine mani olmak ve mevcut derneklerin bilmediğimiz kıstaslara göre kapatılmasına giden yolun açılması istendiği açık.
Derneklere ilişkin istedikleri bu yasayı geçirmek için; aslında mevut yasalar yoluyla takibi mümkün olan suçlara ilişkin mükerrer yasa çıkarmak gibi bir durum söz konusu. Tek adam rejiminin insanların örgütlenme özgürlüğünü elinden alıp onları bir cendereye sıkıştırarak gözdağı verip, tehdit etme niyetinin olduğuna aşikar.
Sanki şimdiye kadar terörün finansmanına imkan vardı da; yasası olmadığı için mi müdahale edilemiyordu. Fetö'nün mallarına el konulamıyordu da; artık bu yasa geçtiği için mi el konulabilecek. PKK esrar, eroin ticareti yapıyordu da; artık bu yasadan sonra mı yapamayacak.
Muhalefet bu torba yasaya ret vermiş. İyi de etmiş, has etmiş. Zaten Türkiye'de hiç bir kişinin veya kurumun teröre finans sağlamasına imkan verecek yasal bir boşluk yoktur. Kırk senedir terörle mücadele eden bir ülkede, yeterli mücadelenin verilebilmesi için hala yasal boşluğun olması mümkün müdür. Buna kargalar bile güler ama bizlerin saf yerine konmuş olmamız beni doğrusu çok öfkelendirdi.

Türk milliyetçilerinin oyu Türk milliyetçisi adaya olmalıdır

Eğer T.C Devletini kuran ruh hali Türk milliyetçiliğinden beslemişse ve o beslenişin Türk milletine ve tarihine kazandırdığı abideleşmiş isim, kurucu başbuğ rahmetli Mustafa Kemal Atatürk ise...
O'nun misyonunu Türk milliyetçiliği adına devam ettirmek isteyen; yani kurucu ve kurtarıcı refleksle Türk milletine öncü olacak, cumhurbaşkanlığı makamı ve onun yetkilerine sahip olma iddiası azim ve kararlılığında olan/olanların yanında olmak varken...
Hangi akla hizmet olsun diye; tüm ideolojik inanç ve düşüncelerimizi ayakları altına almış, en aşağılık sıfatlarla bizlere ithamda bulunmuş, emperyalist bir kurgu olan BOP eş başkanlığından vaz geçtiğine dair bir tek cümlesini duymadığımız, cumhuriyet tarihi boyunca gelir sağlamak üzere inşa edilmiş tüm müesseselerin özelleştirilerek elde edilen gelirleri BOP projesi gereği Suriye bataklığına gömen, Yahudi üstün cesaret ödülünü hala kendi müzesinde muhafaza eden, cumhuriyet tarihinin en aşağılık ihanet örgütü fetö'nün devletin tüm organlarına bilerek ya da kandırılarak yerleşmesine vesile olmuş birisine tekrar tekrar benzer şeyleri yapması, muktedir olması için liderim kabul edip, kendimi ona hizmete amade kılayım. Ahmak mıyım ben.
O nedenle eve dönme teklifini ciddiye alıp isteneni yaparsak Türk milliyetçiliği adına büyük mücadeleler verilen; içinde kan ve gözyaşı olan, mağduriyetleri hala devam eden Türk milliyetçiliği ve Ülkücü Hareket'in tarihine yönelik en büyük ihaneti katmerleştirmiş oluruz ki; biz böyle bir ihanetin paydaşı olamayız.
Hangi eve davet kastediliyorsa edilsin; bu akla uyulursa nihayetinde Türk milliyetçisi birisinin cumhurbaşkanı olma ihtimali var mı; yok. Öyleyse zerre miskal Türk milliyetçiliği adına "Biz irademizi ortaya koyup azimle bu ülkeyi yönetmeye talibiz" diyen her kim/kimler olursa elbette onun/onların yanında oluruz.
Sünepe dediklerimiz Cumhuriyet tarihinin çeyreğini gasp edip tüm birikimleri hovardaca çarçur edip döküp saçtılar. Türk milliyetçileri de bir şeye talip olunca; "Olmaz, sen ırgatlığa devam" öyle mi.
Yeter artık. Bu milletin kerizi sadece biz miyiz yahu!

Kuran'ın Arapça olması İslam'ı Türkçe düşünüp Türkçe anlamaya mani midir.

58 yaşındayım, dinime dair ne öğrendiysem güzel Türkçem ile öğrendim. Arapça olarak ezberimde ne varsa onların da manasını bilmiyorum. İmanımın oluşması ve akabinde oturması güzel Türkçem ile edindiğim dini bilgilerle olmuştur.
Kuran'ın dili Arapça ama hiç bir zaman inanç ve ibadetlerimde eksikliğini hissetmedim. Arapçayı kutsamak adına ancak Allah'ın Türkçe anlamadığı şeklinde anlamlandırılabilecek aptalca hatta ahmakça bir dayatmayı ret ederek hep kendi dilim ile anlamaya, öğrenmeye ve okumaya devam ettim, edeceğim de.
Devlet reisi kafasına göre siyasi rant gereği doğruluğunu yanlışlığını umursamadan bir laf edecek, ertesi gün onun dediğini meşrulaştıracak resmi bir din kurumunun varlığı artık benim için güvenilirliğini yitirdiği için varlığının da bir anlamı yoktur.
Kadın çocuklarını bırakıp başkasına kaçıyor. Kendi eşi ve çocukları perişan, kaçtığı adamın eşi ve çocukları perişan. Sonra kaçtığı evli adamdan hamile kalıyor. Doğan çocuk hala evli olduğu adamın üzerine kaydediliyor. Adam üç çocuğunun olduğunu biliyor ama adına kayıtlı bir çocuk daha çıkıyor. Terk edilen koca, eşinin ihanetinin şoku ile içine düştüğü şüphe nedeniyle çocukları için gen testi istiyor. Bu arada moderatör kadına soruyor "Eğer hapis cezası olsaydı buna cüret eder miydiniz" dediğinde "Elbette edemezdim" diyor.
Şimdi devlet kurumu Diyanet, bu sosyolojik travmalar yaşanırken dinen buna getireceği hiç bir yorumu yok mu. Yani kurumsal iradesini devlet başkanının iradesine ipotek ettiren Diyanet, muhteremin müsaadesini almak için beyanat vermesini mi bekliyor.
Dinen yorumu ve hükmü belli olan bu iğrenç sosyal vakaya ilişkin getirilecek yorumlar için Türk milletinin firesiz anlayabilmesi için "Kuran dili Arapçayı öğrenmesini mi bekleyeceğiz. Hiç bir şekilde hüküm de veremez yorum da yapamaz. Çünkü insanlığa, genel ahlaka ve İslam inancına temelden ters olan bu iğrenç sosyal vakaların müsebbibi zinayı cezasız bırakan bizatihi bu siyasi iradedir.
Bu siyasi iradeye bağlı olup da tek adamdan korktuğu kadar Allah'tan korkmayan dini bir kurumun din adına söylem, yorum ve demeçlerine itibar etmektense tüm cehaletimle Allah'a sığınıp, teslim olmayı yeğliyorum.

Arapçanın bir kudsiyeti yoktur. Allah'ın Kuran-ı Kerim'i zamanın en yozlaşmış toplumunun bulunduğu bölgeye indirmesi sonucu dili de doğal olarak Arapça olmuştur. Türkler yine Gök Tanrı'ya inanırken, Araplar kendi yaptıkları helvadan puta tapıyorsa elbette İslam dini önce yozlaşmış topluma inecekti.
Kuran dili Arapça ama İslam'ın dili; aklın kılavuzluğunda vicdandır.
Dolaysıyla, aklı devre dışı bırakarak vicdanları tahakkümleri altına alıp, mankurtlaştırılmış Müslümanlarla istedikleri siyasi sonuçları çok kolay ve zahmetsiz elde etmeyi alışkanlık haline getirenler için elbette Türkçe okuyup, Türkçe düşünüp, Türkçe anlamak onlar için pazar tezgahlarının kaldırılması olacaktır. İşte ondandır ki; bugünlerde Kuran-ı anlamak için "Türkçe okuyup Türkçe düşüneceğim" diye ortaya konan entelektüel bilinç onların kabusu olmuştur.


Türk milliyetçilerinin sorunu şu

Türk milliyetçilerinin sorunu şu; devlete ve millete sadakat adına ideolojik taassuptan kurtulup, siyasi argümanlar geliştirerek iktidar olmaya azmetmeyişi dir.
Çünkü devletimize ve milletimize üstün sadakatle bağlılık gibi hep vermeye yönelik hassasiyetimizi ideallerimizin önüne zafiyetimiz olarak çıkarıp, sonra ağzımıza emzik yapıp bizi hep kandırdılar.
Her türlü şekilde aşağılandık. Kullanılan ifadeler hafızamızda mıh gibi çakılı duruyor. "Devletin bekası için" deyip, aşağılanmamızı unutmayı bizlere dayatmadılar mı.
Şükürler olsun ki şimdi bu kandırılmışlığı fark ederek projeler geliştiriyoruz. Bunun en son örneği iyi parti projesidir. Şimdi yine İYİ PARTI'ye öyle veya böyle, birileri vasıtasıyla ideolojik taassupla dayatmalarda bulunularak, varlığına razı olacak ama hiç bir şekilde iktidar olmayı düşünmeyecek ikinci bir MHP'ye dönüştürmek istiyorlar. Meral Hanım'ın takip ettiği süreçten anladığım o ki; bunun farkında olduğu dur.

Kendi zenginini yaratma düzeni böyle bir şey

Türkiye'de ihracat/ithalât ihtiyacı yandaşların alabileceği/satabileceği ürünler üzerine belirlenir ki; kendi zenginlerini yaratabilsinler diye. Onun içindir ki İstanbul Belediye Başkanlığının kaybedilmesi onlar için iktidarı kaybetmek gibi gelmiştir. Çünkü bu kurum üzerinden nice zenginler türediğini, nice vakıfların, nice derneklerin beslendiğini biliyoruz. Seçim sonucu öyle bir ateş yükselmesine neden oldu ki; onlara "hiç bir şey olmamış olsa bile bir şey olmuştur" dedirtmiştir.
Tarım ülkesi olmamıza rağmen tarıma bağlı yan ürün saman da dahil her türlü tarım ürününün yokluğunu yaşadık. Ülkemizde planlama kendi zenginini yaratma üzerine olmuştur, ihtiyaçlara göre değil. İşte ondandır ki; geçmediğimiz köprülere, yatmadığımız hastahanelere para ödemeye davam ediyoruz. Çünkü burada amaç beşli çete ve diğerlerine rant sağlamak.

Genel ahlak ve etik değerler bu suiistimali kaldıramaz

26 yıl bankacılık yaptım ancak hiç bir zaman güven dolu bir şekilde bankacıyım diyemedim. Daha teknik bir yerde ve işin bir ucundan tutan konumunda oldum hep. Hani, zamanla içinde bulunulan ortama uymak, kültürünü edinmek olur ya; benim bankacılığım da böyle bir şey.

H. Yerlikaya aslında ortaokul mezunu olup sahte lise diploması ile spor yüksek okuluna kaydolmuş. "Sahte diploma"ya bağlı elde ettiği kariyer ile sağladığı tüm kazanımları haramdır.
Ancak ben kendime "Bankacıyım" diyemiyorken H. Yerlikaya'nın ortaokul mezunu olup da bir kamu bankasının yönetim kurulu üyesi olması, yetmeyip cumhurbaşkanı danışmanı, yetmeyip spor bakan yardımcısı olması karşısında "Allah'ım bizi niçin bu kadar boş yarattın" diyesim geldi(!)
Onun içindir ki Türk'ün yüce başbuğu Atatürk ben madalya kazanan sporcudan ziyade" Sporcunun Zeki, çevik ve ahlaklısını severim" demiş.
Mehmet Soral
soralmehmet@gmail.com

17 Aralık 2020 Perşembe

SEÇİMİN KAZANILMASI İKTİDARIN VERİLMEMESİ NE DEMEK


''Seçimi kazanıp iktidarın verilmemesi'' ne demek
Dışişleri Bakanı Mevlut Çavuşoğlu, İYİ Parti Milletvekili Ahmet Erozan'ın "Bütçeyi iktisatlı kullanın, yılın ikinci yarısı alacağız." sözlerine yanıt verirken "Ülkede seçim yok. Seçim olsa da iktidarın size verilmeyeceğini biliyorsunuz." dedi.
Bakıyorum da; belki de RTE'nin "15 Temmuz Allah'ın bize bir lütfudur" itirafında olduğu gibi Çavuşoğlu'nun bu sözünü de; Allah'ın bunların gizli ajandalarında var olanı itiraf ettirmesi şeklinde algılamak mümkün. Yani "Ne olursa olsun, günün sonunda bizim için iktidardan gitmek gibi bir durum hiç bir zaman söz konusu olmayacak" anlamında yorumlanabilecek bir ifade.
Bu cümle yeterince ilgi çekip, yankı bulmadı. Oysa ayan beyan açık; AKP'nin seçimi kaybetmesi durumunda antidemokratik bir yöntemin devreye sokulacağını söylüyor. Muhalefet, oldukça "Kullanabileceği" bu ifadeyi sadece dinlemekle yetindi. Bu söz ağızdan çıktığı an tabiri caizse mecliste "Kıyamet" kopmalıydı. Muhalefet partisinden birisi velev ki; "Arkamızda öyle bir destek olacak ki sizin iktidarda kalmanız mümkün olmayacak" mealinde bir ifade kullanmış olsaydı şu anda tüm TV'lerde cumhur ittifakı tarafından "Darbe çığırtkanlığı" üzerinden ne kıyametler koparılıyor olurdu değil mi.
M.Çavuşoğlu, Sayın Erozan'nın şahsında İYİ PARTI'ye "Sizi, kurumsal kimliğinize yönelik kumpaslarımızla tasfiye edeceğimizden iktidar olma şansınız olmayacak" mesajını mı vermek istemiştir.
Devlet Bahçeli'nin HDP'yi kapatma talebinin arkasındaki gerçek niyet; HDP (Oldukça haklı gerekçelerle) vesile kılınarak siyasi "Partilerin kapatılması" süreçlerini absürt demokrasimize çirkin bir yama yapıp bunu geleneksel hale getirerek, aşağıda ifade edeceğim zorlama isnat ve ithamlarla İYİ PARTİ kumpaslarla aleyhine işletilecek bir sürecin içine mi çekilmek isteniyor.
Öyle ya; Meral Hanım hakkında 2016 yılında açılmış, üzerinde gizlilik kararı alınmış, Meral Hanım'ın da sürekli dilekçeler vererek duruşmasının bir an önce yapılmasını istediği ama bir türlü de yapılmayan davanın akıbetinin bu şekilde sürüncemede bırakılmasının amacı ne olabilir. Aradan dört yıl geçmiş, beşinci yıla girerken dosyası hazırlanıp mahkemesi yapılmayan soruşturma mı olur. Birileri için beklenen gün geldiğinde, fitili ateşlenerek Meral Hanım'ın şahsında İYİ PARTİ'nin aleyhinde kullanılabilecek bir davaya mı dönüştürülmek isteniyor. O istenen gün gelmeden, özellikle belirlenmiş isimler üzerinden fetö ile bağlantılı ve iltisaklı olma hali keşfine bunun için çıkılmış olabilir mi.
Kongre sürecindeki listeler savaşı ve çizilen isimlerle ilgili parti içinde yaşanmış hoşnutsuzluklar gibi; partinin iç sorunlarını sorgulama refleksi nasıl oldu da hem parti kurumsal kimliği üzerine hem de önceden belirlenmiş özel isimler üzerinden fetö ile irtibatlı ve iltisaklı olma şeklinde bir sorgulama sürecine dönüşmüştür.
Benim kanaatim o ki; nihai hedefin İYİ PARTİ'nin tasfiyesine kadar gidecek bir sürecin yürütülmekte olduğudur. Murad edilen bu olsa da; Meral Hanım'ın siyasi dehası ile oluşturduğu atraksiyonlarla bunların üstesinden geldiği gibi bundan sonra da gelecektir.
Elimde iddialarımla ilgili elbette belge ve bilgim yoktur. Bütün çıkarsamalarım, millet olarak hep beraber yaşadıklarımız, şahit olduklarımız, bireysel yaşanmışlıklar ve bunlar üzerine yaptığım gözlem ve tespitlerimi, akıl denen sahip olduğum güzel bir nimet ile muhakeme edip hükme varmam dır.

Camiler ''Kapatılsın'' mı?
Covid-19 hastası bir hemşerime "Köyde kaç kişisiniz ki bu illet sana da bulaştı" deyince "Cuma namazına gitmiştim herhalde orada kaptım" dedi.
Akıl dini İslam'a göre bir Müslüman işlemiş olduğu günahlara binaen Allah'a karşı sorumludur ve affını da sadece Allah'tan ister. Ancak ne var ki; kul hakkını ilgilendiren bir günah söz konusu olduğunda aradan çekiliyor, helalleşmeyi tarafların kendi sorumluluklarına bırakıyor. Yani Allah "Onun da gereğini yapmak benim işim, sizin ne haddinize" demiyor.
Gerek vakit namazlarının gerekse cuma namazlarının cami veya mescitlerde toplu kılınması durumunda; velev ki taşıyıcı olan birisinin salgının bulaşmasına vesile olmak gibi Allah'ın bile böyle bir günahı(Kul hakkı) affetme yetkisini mağdur kuluna bıraktığına göre; Diyanet İşleri Başkanlığı hangi cüretle hala camileri ibadete açık tutmak gibi bir günahın vebalini üstlenebiliyor.
Oysa tüm ibadetlerin Allah nezdindeki anlamı tamamen ve tamamen İslam dinine inanıp, Allah'a iman etmedeki samimiyetin belli ritüellerle ifade edilmesidir. Allah, İmanımız doğrultusunda dinimizi ne derece önemsediğimizi günlük yaşantımızda güzel ahlak temelli tutum, davranış ve ibadetlerimizle görmek ister. Yani demem o ki; Allah (Haşa) bizim ibadetlerimize ihtiyacı olmadığı gibi yaptıklarımızla da bir eksiğini tamamlamış veya ihtiyacını gidermiş olmuyor.
Toplu ibadetlerdeki amaç insanların sosyalleşmesidir. Malum virüs bugün için aynı zamanda sosyalleşmenin en büyük düşmanı olduğuna güre bir anlamada ona karşı verilen mücadeleyi de cihat olarak görmek mümkün. O halde, bir savaş esnasında cephede düşman varken nasıl ki toplu namaza durulamıyorsa, bir çok insanın virüs taşıyıcısı olma ihtimalinin olduğu toplu ibadetlerin yapılması da sakıncalı olup, adeta savaş hali görüp, salgın tehlikesi aşılana kadar camiler ve mescitler kapalı tutulmalıdır.
Peki Diyanet İşleri Başkanlığı niçin camileri toplu ibadete açık tutmada ısrar ediyor. Çünkü üzerinde siyasi dayatma var da ondan. Siyasi iktidar çok iyi biliyor ki; Türkiye'de ortalama algı düzeyine "Camilerin ibadette kapatılması" gibi bir kararı anlatamaz. Siyasi iktidar bunu günün savaş şartlarını ve konjonktürü dikkate almadan "CEHAPE camileri kapattı, ahır yaptı" propagandası ile elde ettiği sonuçlardan edindiği tecrübeden biliyor.
"Nakilci İslam" anlayışında bir teslimiyet söz konusu olup, "Allah'ın dediği olur" teslimiyeti ile zahmetsiz olan bir yol, yani kolaycılık tercih edilerek aklı kullanmaya yönelik "Akılcı İslam" anlayışından kaçmak adeta teşvik ediliyor. Nedeni de Müslümanların ortalama algı düzeylerinin artacağından korkulmasıdır. Allah "Her şeyin neden ve sonuçlarını sorgulamayın, benim takdirime bırakın" demiş olsaydı, akıl denen nimeti israf etmemize ne gerek vardı, başka canlılara da verirdi öyle değil mi.
Din alimi falan değilim. Dinime nakil yolu ile değil aklım ile inanan bir insanım o kadar.

Geçmişime dair bir anım

Eşimle beraber İlçe Yüksek Seçim Kuruluna gidip MHP'den istifa dilekçelerimizi verdikten sonra binadan çıkarken bir ara hüzün dolu nemli gözlerimizle karşılıklı bakıştığımızı hatırladım.

Şimdi ise; o günkü irademizle vermiş olduğumuz karar neticesi ete kemiğe bürünmesinde katkımız olan İYİ PARTİ projesi ile başkent Ankara'nın ülkücü bir belediye başkanına kavuşması ve o belediye başkanının örnek belediyeciliği yanında arsızlık, hırsızlık ve yolsuzlukların hesabını sorma mücadelesindeki kararlılığını izlemenin keyfini yaşıyoruz.
Ve, ağlayarak istifa ettiğimiz partimiz MHP'nin Ankara Belediyesi meclis üyelerinin iradelerini AKP meclis üyelerinin iradelerine teslim ederek meclis salonunu terk etmiş olmaları ve bunu da ülkücü Mahsur Yavaş'ın arsızlık, hırsızlık ve yolsuzluk tespitlerini protesto etmek adına yapmalarına şahit olunca; geçmişteki o hüznün akıttığı göz yaşlarımızın yerini bugün almış olduğumuz doğru kararımıza şükretmenin keyfini yaşıyoruz.
Mansur Başkanın "İsterseniz sıraların üzerine çıkın tepinin" sözlerindeki özgüvene şahit olunca, bunun da keyfini yaşamak elbette çok güzel bir duygu.
Allah'ım sen bu duyguyu ülkenin her zerresinde her Türk'e yaşamayı nasip eyle.

Cumhur ittifakı niçin Kılıçdaroğlu'nun cumhurbaşkanı adayı olmasını istiyor

Hiç düşündünüz mü; cumhur ittifakı niçin Kılıçdaroğlu'nun ille de cumhurbaşkanı adayı olmasını istiyorlar. Kılıçdaroğlu'nun imalı konuşmasını bir anlamda kendi gönüllerinden geçeni itiraf eder şekilde anlamlandırdılar. Cumhur ittifakı mensupları bugün peş peşe verdikleri demeçlerle ne kadar da mutluydular değil mi(!)

AKP aynen Muharrem İnce'nin adaylık sürecinde uyguladığı taktiği bu sefer de Kılıçdaroğlu üzerinden uygulamak istiyor. Adeta Muharrem İnce'nin CHP adayı olmasını sağlayan AKP olmuştur. Nasıl mı; CHP tabanını sürekli algılarla tahrik ederek onları Muharrem İnce'nin aday olması gerektiğine inandırdılar. Bu arada Muharrem İnce'yi de sürekli motive etmeyi ihmal etmediler. CHP seçmeninin bilinç düzeyi gayet yüksek olmasına rağmen maalesef cumhur ittifakının bu algı tuzağına düştüler. Oysa o günkü konjonktürde daha partisini kurarken "Ben cumhurbaşkanı adayı olacağım" diyen Meral Akşener'in millet ittifakının cumhurbaşkanı adayı olması gerekiyordu.
Dolayısıyla, o günkü konjonktürde Kemal Kılıçdaroğlu hangi nedenlerle cumhurbaşkanı adayı olmamışsa bugün de aynı nedenlerin hala geçerli olduğunu düşünüyorum. Kılıçdaroğlu'na soracak olursak o da aynısını söyleyecektir.
Bundan sonra sürekli "Ana muhalefet partisi genel başkanı niçin cumhurbaşkanı adayı olamaz" diyerek cumhur ittifakı trolleri şimdiden mesailerine başlayacaklar. Yine CHP tabanını tahrik ederek "Sahi, niçin genel başkanımız aday olmuyor ki; olmalıdır" gibi bir soruyu sordurarak CHP tabanına bir öncesindeki hatayı tekrar yaptırmak isteyeceklerdir. Ancak Kılıçdaroğlu bu oyuna gelmeyecek ve millet ittifakı kendisi dışında güçlü bir aday belirleyecektir. Meral Hanım bile bugünden kendini bağlayıcı ifadeler kullanmadan, temkinli hareket ederek Kılıçdaroğlu ile başarılı bir süreç yürütüyorlar.

İYİ PARTİ'de ideolojik taassup dayatma büyümesine engeldir
Türk milliyetçileri olarak kendi iktidarımızı ideolojik taassuplarımızı dayatarak (Dün MHP, bugün İYİ PARTİ) imkansız hale getirirken ülkümüz adına kavgasını verdiğimiz dönemlerin marjinallerini hem iktidara taşıdık, o da yetmedi iktidarlarını koruyoruz.
MHP 7 Haziran 2015 itibariyle ideolojik taassubu terk etti ama kendisi için değil Recep Tayyip Erdoğan ve partisi için etmiştir. Bunun açılımını "Andımız"a sahip ÇIKMAYARAK bir anlamda adeta deklarasyon şeklinde ilan etmiş oldu.
Peki bu kadar, cesaretle ideolojik taassubu terk etmeyi veya açılımı göze almayı düşünen Devlet Bahçeli ve avenesi niçin iktidar olmayı değil de ülkeyi AKP iktidarı ve Erdoğan liderliğinde tek adam sistemine taşımayı tercih etmiştir. Bir anda hangi hesapların yapılıp, kitapların yazıldığını bilmeden adeta "MHP ve Türk milliyetçiliği Erdoğan ve partisine armağan olsun" sloganı ile karşılaştık.
İşte "Özgür Düşünceli Demokrat Türk milliyetçileri" olarak doğal yapımız gereği buna itiraz ettik. Farkında olmadan bizlere sürü psikolojisi ile yutturulmak istenen bu sloganı atmayı ret ettik. Biat kültürü ile her Türk milliyetçisinin bu sloganın peşinden gideceğinin hesabını yapanların hesaplarını alt üst ettik.
Sonuç; bu ayrışmanın belirleyici unsuru "İktidara susamışlığımızı" ideolojik taassupla başarmanın mümkün olamayacağı, bunun yerine "Vatanseverlik ve millet severlik paydasında bütünleşmeyi pergelin sabit ayağı olarak tutup, onun üzerine kurumsal bir yapının oturtulması gereği düşünülerek İYİ PARTİ projesi geliştirilmiştir. Belki bana "MHP ideolojik taassubu 2015, 7 Haziran seçimlerinden sonra terk etmişti demiştiniz" diyeceksiniz ama arada önemli bir fark var; İYİ PARTİ bunu Türk milliyetçilerinin iktidar olması için yapıyor, yani iktidara talip. İYİ PARTİ'nin başının üstünde "Döndürülmek istenen" musibet ve belaların temelinde de iktidar olmak için sahip olduğu bu özgüvendir. Parti içinde yaşanan sorunların bunlarla hiç bir ilgisi, alakası yoktur ama bu sorunların partinin kurumsal kimliğine karşı kurgulanmış operasyonlara bilerek ve istenerek malzeme edilmek istendiğinin de farkındayız.


İlahiyatçı Prof. Dr. Mustafa Öztürk ''Nakilciler'' tarafından linç edildi

Yine rahmetli Yaşar Nuri Öztürk gibi çok değer verdiğim bir ilahiyatçı olan Prof. Dr. Mustafa Öztürk çalışma alanı olan tefsir konusunda; anlatmak istediklerini anlayabilecek yeterlilikte olmayan akılcı değil, nakilciler üzerinden günlerce linçe tabi tutulunca artık dayanamayıp Marmara üniversitesi ilâhiyat Fakültesindeki görevinden istifa etti. Bundan sonra zamanını, yazmakta olduğu tefsir çalışmasını tamamlamaya ayıracağı söyledi.

Beni bir çok bakımdan etkilemiştir. İslam'ı geleneksel anlayışa teslimiyet şeklinde, yani nakille anlatılan İslam'a değil, kendi aklımı da devreye sokarak, mantığıma oturttuğum bir dine yani İslam'a inanmaya yöneltmiştir.
Diğer bir etkisi, Kur-an ayetlerinin tefsirinde Arap toplumunun kendi sosyolojisinden tutun da Arapçanın dil özeliklerine kadar olan bir çok ayrıntıyı göz önünde bulundurarak, toplumsal gerçekçiliği ve tarihselliğe dikkat etmek gerektiği şeklindeki tespitleri olmuştur.
O'nun anlattıklarından etkilenerek çıkardığım sonuç; eğer Kuran-ı Kerim Orta Asya Türklüğüne inmiş olsaydı sayfa adeti veya ayet sayısı bugünkünün ancak dörtte biri veya yarısı kadar olurdu. Mesela cariye ve köle mevzularından hiç bahsedilmezdi.
Şimdi hocaya sahip çıktım ya; yine birileri de onunla beraber beni de linçe tabi tutmak isteyeceklerdir ama umurumda değil. En azından ahde vefa gereği madem ki üzerimde hakkı var ben de elimden geleni yapmam gerektiğini düşündüm. Hoca beni dinden çıkarmadı aksine İslam'a inanma ve Allah'a iman etme gerekçemi bir mantığa oturtmamı sağlamıştır. Allah bu hocamdan da, rahmetli Yaşar Nuri Öztürk'den de razı olsun.


AKP Tokat milletvekili Av. Özlem Zengin aşağıdaki twit'i atmış.
Bu twit'de "Kadına seçme ve seçilme hakkını Atatürk vermiş ama biz kadın deyince başörtülü olanları kabul ettiğimiz için gerçek anlamda kadının seçilme hakkını 7 Haziran 2015 de Recep Tayyip Erdoğan ile elde ettiğimizi düşünüyoruz" anlamında bir ifadeyi içeriyor aslında.
Kendisine sormak isterim, başörtüsü sadece sizlerin başında olunca mı bir anlam kazanıyor. Rahmetli Atatürk'ün annesi rahmetli Zübeyde Hanım da başörtülü bir kadındı, Atatürk gibi bir evlat doğurdu. Buna ne diyeceksiniz.
Demek ki başı örtülü veya başı açık anaların çocuk doğurmuş olmalarından ziyade bu devlete ve millete nasıl bir evlat kazandırdıkları dır önemli olan.
Allah'ın emri diyerek suiistimal ede ede bir türlü doymak bilmediğiniz başörtüsü açlığınız ne zaman sona erecek. İktidara yürümek için her şart altında elinize değnek yaptığınız bu enstrüman, önümüzdeki erken veya zamanında yapılacak ilk seçimde Allah'ın sopası olarak başınıza inecektir, bilesiniz.
Milletin her ferdinin üzerinizdeki hak, hukuk, adalet; alın teri, adil paylaşım ve mazlumları zalimlere karşı koruma ve kollama sorumluluğunuzdan mütevellit mağduriyetler ortadayken; cumhuriyet tarihinin hatta Türk tarihinin en aşağılık hain bir yapılanması için yaptığınız kurumsal taşıyıcı anneliğinizin söndürdüğü ocaklarda acılar dinmemişken; hangi renkte, kaç fabrikanın üreteceği, kaç metre kumaştan dikilmiş kaç adet başörtüsü olursa olsun; günahlarınızın üzerini örtmek mümkün olamayacaktır bilesiniz.
Mehmet Soral
soralmehmet@gmail.com

3 Aralık 2020 Perşembe

BENİM BİR TEZİM VAR


 Benim bir tezim var

Benim bir tezim var. Ümit Özdağ'ın son katıldığı TV programında yaptığı konuşmasında geçen bazı cümlelerinden çıkardığım sonuçlar tezimi doğruluyor.

Tezim şu; devlet Türk milliyetçiliği ideolojisi ve onun mensuplarına bir misyon biçmiş. Bu misyon; devletin güvencesi olup, her dönemin hükümetlerine bağlı adeta "Güvenlik ve stratejisi kurumu" olarak görev ifa etmektir. Bu misyon şimdiye kadar MHP kimliği altında en kolay ve en ideal şekilde organize edilmiştir. Bir anlamda MHP'nin varlığı; siyasi kurum kimliği altında Türk siyasetinde "Siyasi güvenlik ve strateji kurumu hüviyetinde olması dır.
Devlet, Türk milliyetçiliği hareketinin ne güçlenmiş varlığını ne de zayıflamış halini istiyor. Belirlediği standartta göre "Türk milliyetçiliği güç eğrisi" belli bir noktayı aşınca bir gerekçe bulunup operasyonla kafasına biniliyor.
Rahmetli Başbuğ dönemindeki Türk milliyetçiliği hareketi siyasi olmaktan ziyade, üzerinde herhangi bir güç kontrolü olmadan olabildiğince iradesine her türlü inisiyatif tanınmış bir hareketti. Onun içindir ki 12 Eylül 1980 darbesi bu kadar güçlenmiş bir hareketin üzerine balyoz gibi inmiştir. Çünkü devlet bu hareketten istediğini almış, artık o kadar güçlenmiş halini kabul etmeyip kendince makul çizgiye çekmek istemişti.
Bu hareket ne zaman iktidar olmaya namzet bir pozisyona geldiyse, özellikle kendi içerisinden bir darbe yemiştir. DSP ile hükümet kurulmaması gerekirken kuruldu, erken seçime gidilmemesi gerekirken gidildi, AKP'ye yanaşmamak gerekirken aksine ona eklemlendi. Bu kırılmalar bilerek ve istenerek yapılan operasyonlarla olmuştur. Dedim ya; MHP'nin meselesi iktidar olmak değil ki; devletin "Güvenlik ve strateji kurumu" olarak hükümetlere misyonu gereği katkı sağlamaktır.
Türk milliyetçileri ilk defa bu mukadderatı değiştirmek istedi ve kendisine biçilen o misyonu ret ederek, gerçek anlamda organize olup, diğer siyasi görüşlere mensup olup, vatan ve millet severlik paydasında buluşan, milli düşünen insanları da yanına alarak İYİ PARTİ'yi kurmuşlardır.
Peki buna göre yukarıda kendisine verilen misyonun dışına çıkmış olan Türk milliyetçiliği; terbiye edilmek, olması gererken düzeye tekrar çekilmek istenmiş olamaz mı; tezime göre elbette. İşte bu nedenle İYİ PARTİ ve onun kurumsal kimliği altında organize olmuş Türk milliyetçiliğinin bu günlerde yaşamakta olduğu da bunun bir tezahürü mahiyetindedir.
Öyle ya; bir partinin kurucusu olan, partide genel başkan yardımcılığı yapmış, divanda görev almış ve hala milletvekili olan bir insan nasıl olur da aynı zamanda bir devlet memuru gibi yurt dışında kahramanlıkla tanımlayabileceğimiz riskli görevleri de ifa ediyor olabilir. Doğrusu devlet böyle bir "Kahraman"a her zaman ihtiyaç duyabilir ama aynı zamanda bir partideki varlığı da anlamlıdır.
Benim bu görüşlerim siyasi tarihimizde şahit olduğum siyasi yaşanmışlıklar üzerine tecrübelerimi de katarak yaptığım tespitlerdir. Belge diye sunulacak ithamlar değildir. Birilerine göre "Saçma şeyler" de denebilir. Aynen İYİ PARTI'nin anayasanın ilk üç maddesinin değişmesini istemiş olduğunu iddia etmek kadar. Bu iddia İYİ PARTİ'nin ipini çekmek için düşünülmüş bir organizasyonda seçilmiş en etkin silahtır. Sormak isterim, hangi ahmak kendisini öldüreceğini bildiği birisinin eline silah verir.

Sonuç itibariyle devlet, Türk milliyetçilerine sürekli "Yemek pişmek üzere az bekleyin" diye diye ömrümüzü aldı götürdü. Karnımızı doyurma oyalaması ile bizi ölüme yatırdı.
Sonra içimizden birbirleri "Ne pişmek bilmeyen yemekmiş lan bu" diyerek tekmeyi vurup tencereyi yerle yeksan edince; bir de gördük ki sadece içinde su kaynayan boş bir tencereymiş.
Boş tencere içinde niçin su kaynatılıyormuş; başka yerlerde umut aranmasın diye. Peki bu niye; hane küçülmesin, güç bölünmesin diye.
Şimdi birileri gidip köyün yamacında tencere ile kapağını araya dursunlar; biz azatlığımızı ilan ettik, keşfettiğimiz yerde otağımızı kurduk, karnımızı doyuruyoruz. Soframıza siz de buyurun.

Özgür basını RTÜK sopası ile hizaya sokmak
Habertürk aslında yandaş bir kanal(dı). Bunu en somut nasıl biliyoruz "Alo Fatih hattı"ndan.
Sanırım Habertürk TV, Türkiye'nin siyasi geleceğine dair hesaplamalar yapmış olmalı ki; bir iktidar değişikliğine karşı tedbir amaçlı yayın politikasında tarafsızlığa doğru evirilmek adına ilk çıkışını Berat Albayrak'ın istifasını yandaş kanal olarak vererek göstermek istedi.
Muhalefet liderleri ve en son olarak da Meral Akşener ile özel program yapılması, bu da yetmeyip Meral Hanım'ın tarafsız ve bağımsız yayın yaptıklarına vurgu yapıp teşekkür etmesi AKP ve cumhur ittifakının çileden çıkmasına neden oldu. Böylece "Yandaşlık"tan caymaya bedel ödetmek üzere CHP'li vekilin canlı yayında "Ordu satıldı" sözü bahane edilerek RTÜK tarafından Habertürk TV'ye ceza kesildi.
CHP'li falan değilim ama az çok okuyup düşünen herkes bilir ki; CHP'yi sivil inisiyatiften ziyade Türk Ordusundan gelenler kurmuştur. Her ne kadar o cümle o vekilin ağzından yanlış çıkmış olsa da; aslında o cümleyi ona öyle söyleten; cumhur ittifakının Türk Ordusunun itibarına vermiş olduğu zarara isyanın öfkeden yanlış sarf ettirdiği bir cümledir. Söylendiği şekliyle kabul etmek elbette mümkün değil. Bunun yanında Türk milleti olarak AKP'nin Türk Ordusuna yapılan kumpaslara hükümet olarak verdiği siyasi desteği de unutmuş değiliz.
Vallahi böyle düşünmeye bizi iten 18 yıllık AKP iktidarının bizatihi kendisi dir. Öyle ya; bu millettin en az yarısına "İllet, zillet" denirken çocuklarımızla birlikte defalarca TV'lerde bu ithamları dinlemedik mi. Ya da birisi "Askerlik yan gelip yatma yeri değildir" derken, Türk Ordusunun askerleri değil de Yunan Ordunun askerleri mi kastedilmişti de; bu sözlere atfen hiç bir TV'ye RTÜK ceza kesmemişti. Burada küçük düşürülen askerler kimin askerleriydi söylemisiniz.

Bahadır Erdem'i anlayalım mı linç mi edelim
Habertürk TV'de Bahadır Erdem'i dinledim. Allah kimseyi kendisine karşı kurgulanmış "Kalleş güç"ün karşısında çaresiz bırakmasın. Nihayet kendisini ifade etme fırsatını buldu ve çok da güzel konuştu. Sanırım kendisine birilerinin algı kemendine takılarak haksız itham ve isnatlarda bulunanlar helallik isteyeceklerdir.
Beş yıldır doğrudan muhalif söylemleri ile duruşu belli olan birisi. Bir devlet üniversitesinde hukuk alanında akademisyen olup da, yandaş olmadan TV'lerde konuşabilen tek akademisyen.
Böyle, alanında değerli ve de muhalif bilim adamının belki de Meral Hanım'ın bile aklından geçmemişken acaba iyi partiyi tercih eder mi diye düşünmüştüm. Meral Hanım Bahadır Bey'i keşfedip İYİ PARTİ'ye kazandırdığı için tebrik ederim.
Evet, İYİ PARTI'ye ikinci bir MHP olmayı dayatanların zihinlerindeki konsepte uymayan bir isim ama İYİ PARTİ'nin de kuruluş manifestosundaki tanıma tam da uyan birisi. O manifestoda ana tanım neydi "Vatan ve milletseverlik paydasında bütünleşen herkes bu partiye aidiyet duyup, katılabilir"
Bu partinin kuruluşunda olup da, kartvizitlerine bu tanımı koyup oraya buraya dağıtanlar her ne hikmetse gün geldi kartvizitlerini yalanlayıp mekanlarını da değiştirmeyi düşündüler. Kuruluş manifestosuna sadakatsizliğe Bahadır Erdem'i bahane etmek neyin gereğidir bilemem ama Hoca kartvizitte ne yazılmışsa o adrese gelmiştir.

Hz. İsa “İlk taşı günahsız olanınız atsın"
Herkesin geçmişte attığı mesajlar, söylediği sözler ne zaman, hangi konjonktürde ve niçin söylenmiş olduğunun hesabı yapılmadan bugün paylaşılmış gibi; bu da yetmeyip anlamını şeytani niyetlerine uyacak şekilde değiştirerek paylaşılması gibi bir usul türedi. Maalesef bu usul siyasetin başımıza musallat ettiği çok adi bir virüs halini aldı.
Bunun bir başka versiyonu da A.Ilıcalı ile gündeme geldi. Bir yarışmacının ergenliğe bağlı asilik yaşlarında sosyal medyada paylaştığı; o gün de, bugün de tasvip edilemeyecek hakaret ve küfürler içeren sözleri nedeniyle epey bir süredir devam eden yemek yapma yarışmasına müdahale ederek diskalifiye edilmesini sağladı.
A.Ilıcalı'nın söz konusu yarışma başlamadan önce katılımcıların her biri için yapması gereken araştırmayı niçin yarışmanın bugünkü aşamasında yapmaya ihtiyaç duymuştur. Yoksa, şimdi benim yaptığım gibi kendi ismini, markasını konuşturmak, programının izlenme oranını artırmak için mi bunu yapmıştır.
Evet, insanlar sarf ettikleri sözlerinin bedelini ödemeli ama böyle bir usulle ödetilmesini biraz itibar suikastı olarak görüyorum. Belki de o yarışmacının atmış olduğu twit'lerden ailesinin haberi bile yoktu. Nitekim en büyük mahcubiyeti ailesine karşı duyacağını ağlayarak ifade etmiştir. Bir aileye milyonlarca izleyicinin önünde itibar suikastı yapılmıştır. A.Ilıcalı eğer ahlak ve etik değerler adına yarışmaya müdahale etmişse; masaya ilk önce kendi özel yaşamını yatırmalıdır. Hz. İsa, zina yaptı diye bir kadını taşlamak için can atanlara şöyle der: “İlk taşı günahsız olanınız atsın"

Çamura girersen üzerine sıçratırsın
İnsan biraz üzerine sıçrayacak balçıktan, eteğine takılacak tikenden sakınmak için etrafını dolanılır değil mi. Arsızlık öyle bir had safhada ki; etrafından dolanmak ne demek, bile bile balçığın içinde zıplıyorlar.
Ordu vesayetini kaldıracağız diyerek cumhuriyet tarihinin en büyük ihanet yapılanması ile işbirliği yapıp, Türk Ordusu'nun genel kurmay başkanı da dahil olmak üzere en güzide ve gürbüz askerlerine kumpas kurup hapislere tıkadığınızı bizatihi kendiniz söylemediniz mi; o da yetmeyip kurguladığınız kumpas davaların savcısı olmadınız mı; o da yetmeyip en mahrem kozmik odasını o ihanet şebekesine teslim etmediniz mi.
Ve gün geldi; kumpas kurduğunuz o orduya, o günlerde yaptığınız zulme isyan ederek sahip çıkanları ordu düşmanı ilan edeceksiniz öyle mi.
Susmanız bile sizin için bir erdem olabilecekken bir de üste çıkma arsızlığınız var ya; pes doğrusu.
Evimiz müstakil. Evde yalnızım. Bir tıkırtı duydum, daire kapısını açtım, merdiven boşluğunda iki şalvarlı kadınla göz göze geldim. Binanın giriş kapısını açıp içeri girmişler ve o an onları merdiven boşluğunda yakalıyorum.
-Buyurun
-Mustafa amcayı arıyoruz.
Öyle bir özgüvenleri vardı ki; bana adeta "Bizim burada olmamızı sorgulamak senin haddine mi" der gibiydiler. Her ikisinin de bakışlarından doğrusu irkildim. Onlara siz hırsızsınız desem ellerini arkaya saklamış olanın aniden bir şey yapabileceğini düşünerek sadece "Öyle birisi yok" diyebildim.
Buna ne denir; suçluluk arsızlığı ile mazlumu sindirme operasyonu. Bilmem anlatabildim mi.

Atatürk ile padişahlar arasındaki fark

Atatürk ile padişahlar arasındaki fark; Atatürk Türkoğlu Türk dü. Padişahların büyük bir kısmı ise devşirme geleneğinden zuhur etmiş devşirme çocuğu veya torunlarıydılar.
Osmanlı yüz sene daha yaşasaydı; bu denli devşirme geleneğinden sonra Anadolu'da Türk'ün adına kayıtlı ne kalırdı; bence hiç bir şey.
Atatürk bu akıbete karşı bir güneş gibi doğarak, Türk milliyetçiliğinden beslenen ruh hali ile etrafında oluşturduğu kadrosuyla Türk'ün mührünü bu coğrafyaya tekrar vurmuştur. Türk'ün adını unutturan ümmetçi bir devlet değil, Türk'ün adını öne çıkaran, her şeyi ile ona ait bir ulus devlet inşa etmiştir.
Ruhları şad mekanları cennet olsun.
Tanrı Türkü korusun ve yüceltsin.

''Biat''ın bilgi ve aklı esir alması
Türkiye Cumhuriyeti Devleti'ni kuran gazi meclisimizde bulunan bir milletvekili 18 yıl önce bu ülkede araba (Öküz arabası değil) olmadığını söylüyorsa durum çok vahim değil mi.

Bu bayan vekil, Bilkent Üniversitesi mezunu, Chicago Illinois Institute of Technology de yüksek lisans, DPT staj, Denizli Belediye Başkan Yardımcılığı, Denizli Ticaret Odası Başkan yardımcılığı yapmış birisi. Bu kadar zengin referansı yerle yeksan eden ne biliyor musunuz; birisine yani muktedire biat etmedir.
Hangi mağarada yaşamış olmalı ki; 18 yıl önce etrafında bir tek dahi araba görememiş(!)
Hangi teslimiyet, hangi biat bu vekilin aklını devreden çıkarıp, özgüvenini sıfırlayarak öğretilmiş çaresizlik ile böylesi bir hafıza kaybına neden olabilmiştir.
Boyunu aşan işlerin yapıldığı yere kaçırılıp getirilen çocuk gelin misali; yetersizliğinden kaynaklı aczi yetine mi acıyalım, yoksa bu zavallıyı buralara taşıyan sisteme mi öfkelenelim.

Siyasi parti liderleri niçin bir araya gelemiyorlar
Bu ülkede özgüven yoksunu bir siyasetçinin tahakkümü yüzünden 2000'lı yılların başına kadar demokrasi geleneğimizde var olan "Siyasi liderler açık oturumu" ortadan kalkmıştır.
Belki de bundandır; birbirlerine karşı fütursuzca aşağılama sıfatlarını kullanmaları. Atalarımız
boşuna dememiş; bir fincan kahvenin kırk yıl hatırı vardır diye. Hatıralarda kalmak için bir araya gelmek, kahve içmek, onun için de sohbet gerek. Böyle bir anı yaşamamışların hatıraları olup, hatırları da kalmadığı için birbirlerini karşılıklı ağır ithamlarla sıfatlandırmaları hiç de zor değil.
O özgüven sahibi liderlerden Bülent Ecevit'in vefatı ile bu demokrasi geleneğimiz ortadan kalkmış oldu.
Tabi kolay değil; ani bir soruya hazır cevap için bilgi, birikim, tahammül ve en önemlisi de özgüven lazım.

Mehmet Soral
soralmehmet@gmail.com