30 Haziran 2020 Salı

BU KASKETLİ KARA KURU ADAM BENİM BABAM

Bu kasketli, kara kuru adam da benim babam. Kendisini babam diye tanıştırdığım her insan önce bana, sonra ona ve yine tekrar bana bakarak birbirimize aidiyetimizi kontrol etme ihtiyacı duyarak "Siz mi baba oğlusunuz" derlerdi. Çünkü babam son derece esmer ben ise beyaz tenli bir insanım. Esmer tenin dominant olmasına rağmen anneme çekmiş olmam belki de annenle huylarımızın benziyor olması dır.
Ama rahmetli babaanneme babamın niçin bu kadar "Kara adam" olduğu sorularak biraz da tatlı dili ile kendisini konuşturmaya matuf tahriklere karşılık kendince gayet makul ve mantıklı olan son derece masumane tespiti ile "İstanbul'da kömür deposunda çalıştı da ondan karardı" derdi. Oysa ki babaannemin aile tarafının alayı esmerdi.
Müthiş bir zekaya sahipti. Son derece öz güven sahibi olup, hem ailesine hem de çevresine güven veren bir duruşu vardı. Genelde kendisine danışılan bir insandı. Bu da dedim ya; emin olunan, itimat edilen insan olmasıydı. Bildiği bir konuda hata yapabileceğini tahmin ettiği insanları önceden uyararak engellediğine çok şahitliğim olmuştur.
Aile olarak çok sıkıntılar yaşadık ama hiç bir zaman zerre miskal doğruluktan ayrılmadı. Gururlu bir insandı. Acısını da mutluluğunu da aşikaren göstermeyi pek sevmezdi ama gerekeni yapmayı da vazife bilirdi.
Ataerkil yapımız nedeniyle kucağına alıp hop hop hoplatarak belki bana sevgisini doya doya gösteremedi, biraz da fırsatını bulamadı. Zaten sevgi kavramı ile tanıştığımda babam ile sanal olarak tanışıyorduk. Önce askerlik sonra oradan gurbet derken, kendisi ile göz göze gelmemiz gecikti. Ama şundan eminim
ki; her ne kadar belli etmemeye özen göstermiş olsa da; benimle son derece gurur duyuyordu.
Allah rahmet eylesin. Ruhu şad mekanı cennet olsun.
Mehmet Soral
soralmehmet@gmail.com

İYİ PARTİ GRUP TOPLANTISINDA FARKINDALIK

İYİ PARTİ'nin grup toplantılarındaki farkındalık
İYİ PARTİ Genel Başkanı Meral Akşener'in "Memleket masası" kurulması ve o masa etrafında ülke ve milletimizin sorunlarının tartışılması önerisine, öz güveni ve yüreği yetmeyenler öneriyi umursamayarak, daha masa kurulmadan tekmeleyerek yıkmayı tercih ettiler.
Ama Meral Hanım pes etmedi, cumhur ittifakını; mağdur ettikleri insanlarla milletin şahitliğinde yüzleşmelerini sağlamak için meclisteki grup toplantısında kürsüsünü Ankara esnaflar odası başkanına vererek kendisine büyük bir jest yapıp, onlara sorunlarını dile getirme fırsatı vermiştir. Bunun devamının diğer sivil toplum örgütlerine de aynı fırsatın tanınarak devam edeceğini bizatihi Meral Akşener aynı kürsüde deklare etmiştir.

Türk milletinin tüm kesimlerini; cumhur ittifakı istese de istemese kendileri ile bu usulle yüzleştirme formülünü bulan İYİ PARTİ'yi tebrik ediyoruz.
Aynı usulün devamı olarak bir sonraki grup kürsüsünü işsiz bir gencimize vererek, onların ortak sorunları olan işsizlik ve geleceğe dair beklentilerini dile getirme fırsatı verdi.
Gencin konuşmasını dinlerken aklımdan aynen geçen "fetö'nün huyundan husunda hamile kalmışlar şimdi bu gencin geçmişine dair, aleyhine kullanabilecekleri bir şeyler arayacaklardır"
Vallahi bunları çok iyi tanımış olmalıyım ki; beni haklı çıkardılar. Hemen google girdim karşıma ilk çıkan bu genç hakkında aynen "İYİ PARTİ Grup kürsüsünde işsiz olduğunu söyleyen gencin Avrupa'da eğlence merkezlerinde resimleri var" şeklinde bir haber, kaynağı ise; besleme ve yanaşma bir gazete müsveddesi.
Yani Avrupa'da dilencilik yaparken mi resimleri olması gerekiyordu acaba. Çocuk eğitim bursu kazanmış Avrupa'ya gitmiş. Edindiği arkadaşları ile sosyal yaşamından bir kaç kare resimler paylaşmış, bunun garip tarafı nedir Allah aşkına. Ve alçakça, bir insanın özelini paylaşarak kendisine itibar suikastı yapıyorlar.
Tabi bu beyinleri ığdış edilmiş, namus kavramını iki bacak arasına indirgemiş ve oralarda arayan güruh, bu gencimizin kız arkadaşı ile bir mekanda (Eğlence mekanı olduğu bile belli değil) görüntülenmesi; özellikle Meral Abla'nın parti grup kürsüsünü milletin kürsüsü haline getirmiş olması projesinin yarattığı karın ağrısına bağlı ishal halidir.
Kaldı ki o genç pekala ailesinin imkanları ve kendi becerisi ile Avrupa'ya gitmiş olup, bundan böyle de kendi imkanları ile ayakları üzerine dikilmek o şekilde hayatını kazanmak istiyor olamaz mı.

Çoklu baro olursa çoklu diyanet neden olmasın
Ben sunni bir Türk milliyetçisiyim. Türk oğlu Türk Alevi kardeşlerim için çoklu "Diyanet" istiyorum.
Barolar birliği örneğinde olduğu gibi kendinize muhalif olan her sivil toplum örgütünün gücünü kırmak için çoklu yapıya geçmek istiyorsunuz.
O zaman biz sunnilerin de "Diyanet"deki tahakkümünün kırılması lazım. Alevi kardeşlerim için "Diyanet"in kendi bünyesinde mezheplere göre ayrıştırılmasını onların en doğal hakkı olarak görüyorum.

Siyasallaştırılmış başörtüsü
Anamızın, bacımızın başörtüsü bu kadar iğrenç ağızlarda suistimal edilerek, Kuran'daki manasının çok dışında adice bir yöntemle çok basit siyasi çıkarlara enstrüman haline getirilmesi ciddi bir sorun haline geldi.
Ne bileyim; din alimi falan değilim ama Kuran'da atıf yapılan "Örtünme" ile bugün örtünme üzerinden yaratılan siyasi "Şer"in karşılaştırılmasını yaptığımda; başörtülü bir kadın olsaydım acaba başımı açar mıydım; her halde açardım.
Bu arada Anadolu kadınımızın Türk-İslam kültürüne has örtünme şekli ile "Siyasallaştırılmış başörtüsü"nün çok farklı şeyler olduğunu özellikle belirtmek isterim.

Müslümanlar olarak böyle bir suistimalin neden olduğu "Siyasallaştırılmış başörtüsü" zulmünden kadınımızı kurtarmak için her birisinin üzerine zorla giydirilen bu algıyı kaldırıp atmak lazım. Yüce İslam dininin tüm mantalitesini kadının başörtüsü, tutulan oruç ve kılınan namaz üzerinden anlatmak her şeyden önce İslam dinine yapılan büyük haksızlıktır.
Haksızlık yapan olmak, hukuksuzluk yapan olmak, adaletsizlik yapan olmak velhasıl kelam şerefsiz oğlu şerefsiz olmak; namaz kılmayan, oruç tutmayan, başörtüsü örtmeyen kadın olmaktan daha mı İslami dir.
Adam "Çoklu baro" meselesinde düşüncesini anlatıyor, bir yerde tıkanıyor ve hemen kendileri için can kurtarıcı simit olan "Siyasallaştırılmış başörtüsü"ne atıf yapıyor. Yarın bunlar cinsel sorunlarını da anlatırken "Siyasallaştırılmış başörtüsü"ne atıf yaparlarsa hiç şaşırmam.

Akademisyenlerin siyasi parti sözcüleri olmaları
Bir akademisyenin siyasi parti sözcüsü gibi TV'lerde konuşmasını çok iğrenç bir yanaşma olarak görüyorum.
Bu insanların yeterince siyasallaşmış olmalarından dolayı, hele ki sosyal bilimlerde akademik inandırıcılıklarının olacağını sanmıyorum.
Dikkat ederseniz bu adamlar her yaz dönemi geçtikten sonra yeni sezona akademik kariyerlerinde tur atlamış olarak başlıyorlar.

Bu durumlar daha çok özel üniversitelerde oluyor.
Orta okulda Türkçe hocam bu durumları izah için "Abdülhamit'in tezekten madalyonları" derdi.
Ancak öyle bilim adamlarımız var ki; ideolojik inanmışlık ve adanmışlıkları ile tanınırlar ki; bunların ismi her türlü siyasi partinin kurumsal kimliklerinin üstünde olup, partilerin varlıkları ve ya yoklukları onların umurunda bile değildir.

18 yıllık kesintisiz iktidar olmak muhalefetin eksikliğinden dir
AKP ve Fetö'nün izdivacından hasıl olan gebelik, ABD'nin ebeliğinde 15 Temmuz ihaneti şeklinde gayri meşru olarak dünyaya teşrif edince; doğal olarak "İsmin" konması için istenen gen testine tarafların razı olmaması gibi bir durum hasıl oldu.
Oysa vebalin kendi üzerine düşen gölgesinden yani gen testinden kaçmak için bir çoklarının isimlerine kara çaldılar ama o isimler delikanlıca her türlü gen testine hazırlar ve bekliyorlar ama onlar hala kaçıyorlar.

Fetö'nün siyasi ayağı; cumhur ittifakı muktedir olduğu sürece açığa çıkarılmayacaktır. Şimdi bütün çabalar, cumhur ittifakı vesayetini oturtarak, uzun yıllar "Dokunan yanar" algısını hakim kılmak. Gün gelip de bu algı yıkılsa bile olup bitenlerin müsebbibi olanlar ya çişlerini tutamıyor olacaklar ya da mezarda olacaklardır.
Dolayısıyla, artık muhalefetin öyle veya böyle hak, hukuk, adalet ve demokrasi için bir şekilde kahramanlığını ortaya koymasını, göstermesini bekliyoruz.
Bir ülkede 18 yıl bir parti kesintisiz iktidarda kalabilmişse ve bu süreçte bir de 15 Temmuz gibi ihanet süreci yaşanmışsa; o ülkede ciddi bir muhalefet sorunu var demektir. Bu uzun süre iktidarda kalış ancak iktidarın başarısı ile değil, muhalefetin yetersizliği ile ancak mümkün olabilir.
Bugün gerçek muhalefeti biz sosyal medya kullanıcıları olarak yapıyoruz ve muhalefet partilerinin önünde gidiyoruz. "Kırk düşünüp bir biçerek" kalemimizi kullanıyoruz, üzerimizde hiç bir dokunulmazlık zırhının olmamasına rağmen. Bundan öte ne yapabiliriz ki. Muhalefet milletvekilleri sahip oldukları o dokunulmazlığın sağladığı özgürlük alanını bize versinler bari gereğini biz yapalım.

Ülkücülük taşınan bir sıfattır
Ülkücülük; Türk töresinden beslenen edep ve adap anlayışının, İslam inancı ile harmanlanmış şeklinin ete kemiğe bürünerek bir Türk'ün üzerindeki duruşunun tarifidir. Bu duruş halinin ne özel mekanı olur, ne özel ülkesi olur, ne de özel partisi olur.
Elbette ülkemizde tüm ülkücülerin MHP'de buluşması hepimizin gönlünden geçer. Bunu bugün isterse Devlet Bahçeli, yarın genel başkan kim olursa ancak o başarabilir ama hiç bir zaman "Ülkücülük ancak MHP'de olur" dayatması ile başarılamaz.

Velev ki; kurumun öyle veya böyle 12 Eylül 1980'de olduğu gibi başına bir iş gelecek olsa aynı anda bizim ülkücülüğümüz sona mı erecek. Hepimiz aynı anda intihar mı etmiş olacağız.
Dolaysıyla, ülkücünün vicdanının süzgecinden geçen siyaset, ruhunu okşayan şarkı, türkü her neyse; nereden geliyorsa gelsin yönünü oraya döner, gerekirse mekanı orada edinir ta ki; yeni bir muhasebeye ihtiyaç hasıl olana kadar.

Çarşı karıştı
Oh oh da, oh oh...
Mahallede şenlik var, muhabbet gırla...
Nagihan "Türlü" yapmış ağamı çağırıyor... Perinçek alınganlık gösterip, "Hani bana hani bana" diyor. Ağam öfke duyup "O'nsuz olmaz... O'nsuz olmaz...." diyor.

Marmara'da fırtına var Apo "Gelemem" diyor ama "Osman'ımı çağırın, sefer tasında gönderin" diyor.
Gücün temsili, haşmetlumuz ise "Olur mu öyle canım gönderin bir "Aligopter" getirin adamı buraya, soframıza davet edecek daha kimimiz kaldı ki" diyor...
"Şimdi bu sofrada sürahiyi tutacak bir adam..." der demez ağam al tolgalı beylerbeyi edası ile haykırdı...
"Tamam buldum; Mümtazer gelsin" diyor.

Manisalı ağlak gene kafaları karıştırdı
Manisali ağlak ne diyor; "Türkçe olimpiyatlarının hapsine katıldım. Türkçeyi öğretiyor, İstiklal Marşını dinletiyorlar ve bizler de bundan çok etkileniyorduk". Biz niye etkilenmeyip de hep şüphe duyduk peki.
Adam şahsına münhasır kendi örneğinin teki. Bütün affedilemez günahlarının içinden nasıl da aynı anda erdem ve dürüstlüğü adeta bir sihirbazın hilesi misali çıkarıp topluma yutturabiliyor; bütün arsızlığı ile.
Şimdi sormak istiyorum; bu durumda AKP fetö'nün siyasi ayağının açığa çıkarılmasını istemesi kendisi adına ahmaklık olmaz mı. Onun için de hiç bir zaman istemeyecektir.

Ne demek "Etkilenmemek mümkün değildi". Peki diğer fetö tutukluları da "Etkilenmemek mümkün değildi" deseler sizin dokunulmazlık haklarınızdan onlar da yararlanabilecekler mi.
Ve en çok da zoruma giden nedir biliyor musunuz; vatanın ve milletin birliği, bütünlüğü adına yüzlerce şahit vermiş binlerce mağduru olmuş Türk milliyetçiliği hareketine; bu gaflet ve hıyanet içinde olanların bizatihi kendileri için icat ettikleri dokunulmazlık zırhını onların üzerine giydirme görevinin verilmiş olmasıdır.
Oysa bizim doğal refleksimiz ne olmalıydı; anında, hiç tereddütsüz hesap sormak...

İMF'ye borcumuzun olmaması ile övünmek
Hükumet hava atıyor, neymiş; IMF'ye borcumuz olmadığı gibi alma ihtiyacı da duymuyormuşuz.
Tabi ki bu cümleleri ve akıl oyunlarını biatcı köle zihniyetinde olanları muhatap alarak kullanıyorlar. Çünkü bunların oylarının konsolide halinin hala kendilerini istedikleri yerde tutacağına inanıyorlar.
Peki gerçek akıl sahibi olup da biatcı particilik taassubuna hayır diyen özgür düşünceli insanlara bunu yutturabiliyorlar mı; tabi ki asla. Peki bizler IMF ve hükumet ilişkilerini nasıl görüyoruz...

Cumhur irtifakı hükumeti Londra piyasasından borçlanmanın çok pahalı olmasına rağmen niçin daha ucuz kredi imkanı sunan İMF'den borç almayı düşünmüyor. Çünkü Londra piyasası verdiği kredinin nerede ve nasıl kullanılacağını takip etmiyor, sattığı paradan gelecek olan faiz onu ilgilendiriyor.
İMF ise verdiği kredinin nasıl ve kimlere kullandırıldığının düzenli olarak raporunu istiyor. İşte bu denetim "Tek adam rejimi"nin işine gelmediği için İMF'den borç almıyor, bunu da bizlere yutturması mümkün değil ama biatcı kesime "İMF'den borç almaya muhtaç olmayan ülkeyiz" şeklinde gösterip, yutturuyor.
Bu devletin bileşenlerinden olan muhalefet partilerinin denetiminden kaçırılan varlık fonunun bilançosunu oluşturan kalemlerdeki hareketlerin nasıl ve neye binaen olduğunun hiç bir şekilde bilinmediği ülkemizde; İMF'den borç para almamız elbette mümkün değil, hatta abesle iştigal olur.

Nasıl bir hukuk, nasıl bir ceza sistemi, nasıl bir demokrasi...
"Onları alın içeri, bunları çıkarın dışarı" Ne demektir Allah aşkına. "Falanca yakınım, filanca hasmım dır, ona göre" ayrımcılığı.
"Falanca, filanca belediye başkanlarında metal yorgunluğu var, istifa etsinler". Hangi hukuka göre; paşa gönüllerine göre. Fetö'cü diyemediklerini metal yorgunu deyip hesabı öyle kesiyorlar.

İradeleri bütünleşmiş iki muktedirin paşa günülerine göre adalet dağıtılıyor.
"MHP'de kalsaydım imanından olurdum" diyen adam MHP'de baştacı ediliyor...
"Apo'ya paşalık verelim, MHP'li değildim, Türkeş'i hiç sevmedim" diyen fetö'cüye MHP kurumsallığı adına af talep ediliyor.
Her gün Demirtaş üzerinden muhalefet linç edilirken, O'nun fikri önderi Ahmet Türk'ün serbest kalması için özel istekte bulunuluyor.
HDP kötülemesi üzerinden muhalefete sürekli terörü destekleme göndermeleri yapılıp, lince girişilirken; PKK'nın liderinden yardım almak için O'na ısmarlama mektup yazdırılıyor, diğer bir Mehmetçik katili olan kardeşi ise devletin televizyonuna çıkarılarak cumhur ittifakına oy istiyor.
Yahu hele bir yerde eğleşin de; kimsiniz, nesiniz tanıyıp, bilelim.
Meral Hanım'a ve dolyısıyla yanında olan bizlere her vesile ile gönderme yapıp, fetö'cü olduğumuz ithamında bulunan Devlet Bahçeli; yargılanıp, fetö ile ilişkisi mahkeme kararı ile tescillenmiş Mümtazer Türköne'nin fetöcü olmadığına kanaat getirmiş olmalı ki; yeniden yargılanmasını talep etti.
Kendince uygun gördüğü özel fetö'cü tutukluların tekrar yargılanmalarını vicdanı ve insani olarak talep eden Devlet Bahçeli'nin; umarız bundan sonrası ikinci taleplerini de tutuklu olan 17-19 yaşları arasında olan askeri öğrenciler için yapar.
Bu arada Mümtazer Türköne'ye masumiyet atfeden Devlet Bahçeli; artık bundan böyle gerek Meral Hanım'a gerekse bizlere Mümtazer Türköne için çalıştırdığı vicdanını devreye sokar, haksızca fetö'cü ithamda bulunmaz. Velev ki bulundu; biz de o zaman affını istediği fetö'cüleri kendisine hatırlatırız.

İsmail Ok kendi çelişkileri içinde boğuluyor
Zaman zaman İYİ Parti Balıkesir Belediye Başkanı adayı ve aynı zamanda parti korucusu İsmail Ok'a haksızlık yapılmış olabilir mi diye düşündüğüm oldu.
Şimdi artık tatmin oldum. MHP'den istifası dahil olmak üzere gerçekleştirdiği atraksiyonların tümünün gerçek nedeni ilke ve duruş meselesi değil. Tamamen ve tamamen kendi kariyer planına göre İYİ PARTİ'de bir gelecek görmemiş olmasıdır. Be kardeşim daha siyaset yapmayacağım dediğine göre siyasi ömrünü tamamlamaya karar vermişin, şimdi ne diye İYİ PARTİ'ye vebal yüklüyorsun.

Kendisi; İYİ PARTI'nin seçimlerde millet ittifakı marifeti ile HDP ile örtülü ittifak yapıldığını söyleyerek partiyi son derece zora sokup, istifa etmiştir. Son derece basit bir ilkesizlik. Adama sormazlar mı; madem ki HDP millet ittifakına dahildi diyorsun, bunu gerekçe olarak gösterip istifa ediyorsun, öyleyse niçin millet ittifakının adayı oldun. Veya; belediye başkanlığını kazanmış olsaydın belediye başkanlığından da istifa edecek miydin.
Bugün TV'de Ahmet Hakan'ın programında CHP'ye öfke kusan konuşmasından anlaşılan o ki; resmen İYİ PARTİ'nin kaybetmesine neden olan bu insanın millet ittifakı ortağı CHP'ye ittifak etiğine hiç de yakışmayan bakışı nedeniyle CHP'liler oy vermemiş.
Sonra anladık ki; benim de tespitim de aynı; en son İYİ PARTİ Büyük kurultayında "Çarşaf liste içinde oluşturulan hileli blok liste"ye girememiş olması.
Yani demem o ki; HDP ile ittifak yapıldı gibi ithamlarının arkasında, son kongrede herkesin kabul ettiği yapılmış bir yanlışa olan öfkesi var.
İstifasına gerekçe gösterdiği hususlar velev ki doğru olmuş olsa bile(Hileli liste meselesinde son derece haklı) İsmail Ok belediye başkan adayı olmadan çok çok önceden istifa etmesi gerekirdi.
Hasan Seymen meselesine gelince. Hasan Seymen'in "T.C Çerkezlere asimilasyon uyguladı" sözünün hesabını soran ve ödeten Meral Hanım'dan ziyade biz tabanın günlerce süren uyarı ve telkinlerimiz olmuştur.
Dolayısıyla, Hasan Seymen'in ne gibi bir adam olduğunu daha önceden keşfetmek gibi bir ermişliği kendisine izafe etmesi olsa olsa bugünkü bulunduğu konuma gerekçe oluşturma kurnazlığından öte bir şey değil dir.
Olan Ahmet Hakan'ın programına oldu. Resmen korsan programa çevirdi.

MHP TBMM için yine aday göstermiyor
MHP gene TBMM başkanlığına aday çıkarmıyor. Belki de İYİ PARTİ oy verir, onlar da "Bize oy vermeyin" deme konumuna düşmemek için(!)
Çok garip değil mi; Türk milliyetçilerini AKP'nin her türlü günahlarının vebaline ortak edeceksiniz ama en azından iltimas bile değil MHP'li birisinin atanacağı bir kurumda üç beş ülkücüye kadro sağlanacak olması "Devletin bekası"ından çok mu şey kaybettirir(!)
Hadi diyelim, ki; AKP, içinden çıkan başbakanları, cumhurbaşkanını bile tükete tükete atayacak adam bulamadı da Vakıfbank yönetim kuruluna bir güreşçiyi atamak zorunda kaldı. Peki bire vicdansızlar; MHP kadrolarında da mı bir ülkücü bankacı veya ekonomist yoktu.

İstediğiniz yasayı çıkarmak için MHP'nin meclisteki parmak sayısına ihtiyacınız oluyor da devlet kadrolarında niçin ihtiyaç duymazsınız. Üç beş tane ülkücüye kadro tahsis edilmiş olsaydı bu onlara çok mu lüks gelecekti. Veya TBMM başkanı MHP den seçilseydi yine devletin bekası mı tehlikeye girecekti(!)
Türk milliyetçilerinin bugün bu, geçmişte başka haksız ve insan nefsine zulüm durumlara razı olmayıp, itirazlarını ortaya koyarak proje geliştirmiş olmaları; Türk milliyetçiliğinde istikrarlı bir devamlılığın gereğidir. Çünkü Türk milliyetçilerinin varlığı TC Devleti'ni kuran ruhta olduğu gibi Türk milleti ve devletinin varlığı içindir bir başka parti veya partileri iktidara taşımak veya onları iktidarda tutmak değildir. Aksiyoner bir harekettir, iğdış edilip bağımlı kılınamaz; aynen bir bozkurt misali.

Neyin değeri ile oynamadılar ki...
Kahramanlarımızı bile emellerine alet ederek onurlu hatıralarını yerle yeksan ettiler.
Binlerce şehit kahramanlarımızın yattıkları yerde henüz bedenleri bile soğumamışken; onların katillerinin en azılı ailesinden birincisi Apo'ya ısmarlama mektup yazdırarak yardım talep ederken, hele bir de bu mektubu muhatapları yeterince anlayamaz endişesi ile ittifaklarının küçük ortağı'nın "Apo'nun dediğinden şaşmayın" şeklinde tekrar tercüme etme ihtiyacını duyması, diğer katil Osman Öcalan'nın yine aynı yardım talebi ile devletin TV'sine çıkarılarak onurlandırılıp, cumhur ittifakı lehine propaganda yaptırılması...

Ve, siyasi menfaat için katillerle böyle hercümerç olunurken; muhalefet parti liderlerinin bir defa olsun devletin televizyon ekranlarına çıkarılmalarına müsaade edilmedi, çağrılmadılar.
Devletin ve milletim katillerine değer verildi, itibar gösterildi ama muhalefet liderlerine asla.
Dolayısıyla, milli kahramanımız bildiğimiz Hamza'nın itibarı sarsılmış kimin umurunda olur ki. Hangi değerlerimiz ığdış edilmedi ki. Demek ki yenilmezleri de tuş edebilecek insani zafiyetler he zaman varmış. Önemli olan mezara kadar kahraman kalabilmekmiş.
Keşke Hamza ilk madalyada kalsaydı da; hayatına böyle bir dönem girmeseydi. Çok basit bir oyunla kendi kahramanlığını tuş etti. Çok yazık oldu.
Mehmet Soral
sorlmehmet@gmail.com

15 Haziran 2020 Pazartesi

AYASOFYA'NIN SUİSTİMALİ

Ayasofya suistimali üzerinden siyaset üretme
Seccademi serecek bir yer bulamasam dahi; yine de Ayasofya'da namaz kılmayı düşünmem. Güzelim camilerimizde huşu içinde namaz kılmak varken; Ayasofya'nın soğukluğunda neme gerek. Az aşağısında; Boğaz'a nazır Gülhane Parkı'nda, bir çınarın gölgesinde kılacağım namazın o uhrevi hazzı varken...veya az ötede Sultanahmet Camii...
...
Ayasofya gibi kiliselerin camiye dönüştürülmesi ile övünmektense; üzerinde hiç bir tahribat yapmadan, orijinalinin korunması adına bir kültüre saygı ve hoşgörü duymayı başarmış Türk milletinin mensubu olmayı yeğlerim.
...
Tekfurun kızını al, Sırp ananın evladını devşir, falancanın kızını cariye yap, kiliseyi camiye çevir ve geldiğimiz son....
Bu yapılanlar doğru olmamıştır.

Yahu hiç bıkmadınız mı, usanmadınız mı; siyasi olarak bir cendereye sıkışmışlığı hissettiğiniz her daim aklınıza ya başörtüsü gelir, ya Türkçe ezan gelir, ya Filistin gelir, ya da Kudüs. Aha ora da Doğu Türkistan var; kör müsünüz, sağır mısınız. Orada da işgal var, zulüm var, göz yaşı var....
Fatih Sultan Mehmet gerekeni yapmıştır. O'nun eksik bıraktığı bir şey yoktur. Eksiklik kendi kompleksinizden kaynaklanıyor. Emevi kin ve öfkesi üzerinden değil, Türk töresi üzerinden düşünüp gereğini yaparsanız rahat edersiniz.
Eğer bir halt etmeye gücünüz yetiyorsa; Ege'de işgal edilen 18 adayı geri alın, Süleyman Şah türbesini terk ettiğiniz Türk toprağına, daimi yerine tekrar taşıyınız. Bu da Türk töresi gereğidir, Türk milleti bunu yapmanızı istiyor.

Hadi becerebiliyorsanız Ayasofya'yı ibadete açtığınız gün uzaya da eş güdümlü olarak bir de Konya ovasından uydu fırlatın da görelim.
Batı o Ayasofya'yı kaç kere geri aldı farkında bile değilsiniz. Ayıptır ayıp; Fatih'in kazanımları üzerinden ego tatmini peşinde olmak...
Papaz istendi; üç kuruş dolar gelecek diye hemen vermediniz mi. O kadar istekli verdiniz ki; ABD'ye hemen gitmesi için uçağı bile hazır tutuldu.

Peki Ayasofya ibadete açıldığında arkasında ne kadar durabileceksiniz...Ben size kesinlikle güvenmiyorum. Hatta öyle tavizler verirsiniz ki; Ayasofya'nın bugünkü statüsünü bile arar oluruz.
Ego tatmini için Hristiyan dünyasına nispet yaptığınız malum meseleden önce; bu insanlar, en mahrem milli odamıza, yani kozmik odamıza; belki de Ayasofya'nın alınışından bu güne Türk tarihinde benzeri görülmemiş en aşağılık casuslarını yerleştirdiler. Nasıl mı; siz nasıl olduğunu çok iyi biliyorsunuz. Bu adamlara mı nisbet yapıyorsunuz.
Şimdi Türk milletine bu utancı yaşatanlar; ezikliğimizin ve utancımızın müsebbibi olanlar; el alıp, anahtarı verip, kapıyı açtıranlar...onlar mı Ayasofya'nın ibadete açılması ile utancımızı telafi yoluna gidiyorlar.

Hamza Yerlikaya'nın Vakıfbank yönetim kuruluna atanması
Efendim neymiş; Vakıflar Bankası yönetim kuruluna bir güreşçi nasıl atanırmış.
Neden olmasın; "Hiç bilenle bilmeyen bir olur mu". Bazen de insan oğlunun bilmeyeni lazım oluyor.
Patron bir bileni görevlendirerek kendisini niçin riske atsın ki. Ya dürüstlüğü tutar da "Ben bu bilançoya olur veremem" deyip, aksilik yaparsa.

Dolayısıyla, riske girmemek için bilmeyeni göreve atayacaksın ki; bilmediği şeye(Bilanço, hesap, kitap) itirazı da olmayacak ve her önüne gelen rakamlar için en kolay kendine has usulü uygulayacaktır. Bilanço ve yönetim kurulu kararları önüne gelince hepsini künde'ye getirip, ters takla attırarak sonra bankanın üzerine abanarak tam puanı alacak.
Bence asıl geleneksel hale gelen bu en doğal görevlendirme usulünü garipseyenler garip(!)
Hamza Yerlikaya Vakıfbank Yönetim Kurulu üyeliğini kabul etmekle; son derece şerefli ve onurlu geçmişini tuşa getirmiştir.
İşte onun içindir ki; milli kahramanlarımız milletin ortak değerleri olarak kalmalı, siyasete girmemelidirler. Her birine ayrı ayrı yazık oluyor. Ancak elbette alanı ile ilgili bilgi ve birikiminden devlet her zaman yararlanabilir.
Hamza Yerlikaya'nın bundan böyle müsabakalarına ait her video'sunu izlediğimde hep bu hazin sonunun aklıma geleceği şüphesiz.
Geçmişini tuşa getirerek kendisine yazık etmiştir.
Camileri putlaştırmak
Bu caminin etrafında bir tek konut yok, dolayısıyla insan da yok. Peki hangi ihtiyaca binaen bu son derece sade ve mütevazi görünümlü cami görüldüğü üzere zor şartlarda ulaşılabilen bir mekana inşa edilmiş.
İmanın göstergesi yapılan camilerin şekli, şemaili ve şatafatı değildir. Bu camiyi görünce hemen aklıma Brezilya'nın Rio de Janeiro'de yine yüksek bir dağın en tepesine yapılan dünyanın en büyük Hz. İsa heykelini getirirken bir de; aşağıya, şehir merkezine inildiğinde hurda kağıt toplayan çocukları.

Burada emeği ve katkısı olan bir tek insanın dahi ard niyetli olduğunu düşünmüyorum ama İslami anlamda inanç dünyamızda sıkıntılarımızın ve çelişkilerimizin olduğu aşikar değil mi. Neye niçin inandığımızın pek de fakında değiliz gibi . Eğer inancımızı bu şekilde soyutlayarak gösterme ihtiyacı duymayı yaygın hale getirirsek; o zaman haşa camileri putlaştırma gibi bir yanlışa sürüklenmiş olmaz mıyız.
Her kurulan yeni bir mahallede ilk akla gelen bir caminin yapılması dır. Müslümanlar için bu elbette en doğal sosyolojik davranış biçimi dir. Amma ve lakin aynı önem derecesinde ve yine aynı iman ettiğimiz Allah'ın ilk ayet'i olan "Oku, Allah'ın adı ile oku" emrine binaen her mahallede en az cami kadar ihtiyaç duyulan ve aynı zamanda ibadet kabul edilen "Okuma-öğrenme"ye dair bir organizasyon yapılanması olmuyor. Çünkü günlük İslami yaşayış sadece ritüeller seviyesine indirildi de ondan.
Dolaysıyla, günlük İslami yaşayımıza ilave olarak Türkçe'mizle "Okuma-öğrenme)'yi de eklememiz durumunda; nitelikli ve şatafatlı camileri olan Müslümanlar değil, nitelikli meziyetli, bilinç düzeyi yüksek Müslümanlar olacağız ve zaten Allah da bizden bunu istemiyor mu.

Cumhur ittifakı HDP'yi bilerek mağdur edip ne yapmak istiyor?
Cumhur ittifakı; bugünkü konjonktürde HDP seçmeninin hiç bir şekilde kendilerini tercih etmeyeceği tespiti, dolayısıyla ön kabulü ile HDP'nin arızalı tarafını sürekli dile getirip, diğer partileri de HDP üzerinden vurmayı genel siyaseti haline getirmiştir.
Takip ettikleri bu siyaset ile yapmak istedikleri şu; HDP'nin kendi seçmeni üzerinde hem öfke hem de mağduriyet psikoloji yaratarak; özellikle millet ittifakına giden veya gidecek olan HDP seçmeninin oylarını (Kendilerine gelmeyeceğine göre) en azından HDP üzerinde konsolide olmasını sağlayarak, kendilerinin %50+1'i aşabilmenin bu şekilde mümkün olabileceğini düşünüyorlar. Bu aynen şuna benziyor; sıkıştırılan bir tavuğun kaçabileceği tüm köşeler tutularak kendi kümesine yönlendirip, oraya yumurtlamasını sağlamak gibi bir şey.
Dolaysıyla, HDP de şunu bilmeli ki; bu ülkeye aidiyet duyarak siyaset yapmak durumundadırlar. Diğer partiler HDP'nin varlığı ve konumu üzerinden kendi lehlerine siyasi argüman geliştiriyorlar ama bunun HDP'ye hiç bir faydası olmuyor. Bu kısır döngüyü bozacak olan da yine HDP'nin kendisi dir. Türkiye'ye aidiyetlerini; cumhuriyet değer ve kazanımlarına gösterecekleri sadakat ile; dostuna dost, düşmanına düşman olmakla mümkün dür. Önce PKK'yı düşman bilmekle işe başlayacak. Aksi durumda siyasetten tecrit edilmesi nihaî sonu olacaktır.

İlker Başbuğ şüphelerinde çok haklıdır
İlker Başbuğ terörist başı ilan edilip, hapse atıldığında; "Haddinize mi düştü, genel kurmay başkanından terörist olmaz. Bizatihi kendisi ile dört sene beraber çalışmış insanım" diyerek kendi genel kurmay başkanını koruma refleksi göstermeyen...
Recep Tayyip Erdoğan;
İlker Başbuğ'un "Askerin sivil mahkemelerde yargılanmasının önünü açan, kumpas ile beni hapse attıran fetöcülerin önünü açan 2010 tarihindeki yasal düzenleme metninin altında imzası bulunan vekillere ilham kaynağı kimler olmuştur, araştırılması gerekir" ifadesini kullanınca "Vay, sen nasıl olur da o metne imza atmış vekillerimize fetöcü imasında bulunabilirsin" diyerek, İlker Başbuğ hakkında dava açılmasını bizatihi vekillerine talimat vererek istemiştir.

Benim buradan çıkardığım sonuç; bizatihi AKP, fetö'nün siyasi ayağının ortaya çıkarılmasına matuf her türlü girişime, hatta imaya bile müsaade etmek istemiyor. Nedeni aşikar değil mi.
İlker Başbuğ paşa eğer fetö'nün siyasi ayağının deşifresi için muhalefetin yapamadığını yapmayı kendine misyon edinirse; bugünkü duruşmasından itibaren yaşanacak sürecin sonunda ismini üstelik de bir asker olarak Türk demokrasi tarihine altın harflerle yazdırabilir.
"O gece yarısı hapse atılma sürecimi başlatan kanun metninin altına imza atanlar nereden ve kimlerden ilham almışlardır" demeye ısrarla ve yüksek sesle tekrarlayarak devam ederse büyük iş başarmış olacaktır.
Bunu ifade etme yürekliliğini gösterdiği için muhataplarını korkuttu ve onlar da dava açma yolu ile kendisini sindirerek susturma yolunu seçmişlerdir. Uğrayacağı her türlü mağduriyet kendisinin hanesine yazılacaktır. Öyle sanıyorum ki ehli vicdan bu sefer muktedirin değil O'nun yanında olacaktır.

''Partili Cumhurbaşkanlığı Sistemi''nin mucidi Erdoğan değil Devlet Bahçeli dir
Türk siyasi tarihi notunu aldı ama önemli olan alınan notun aynı zamanda hafızalarımızda yerini korumasıdır.
Unutmayalım ki;
Recep Tayyip Erdoğan belki parlamenter sistemde fiili durumlar yaratmış olabilir ama sonuç itibariyle "Tek adamlı partili cumhurbaşkanlığı hükumet sistemi" için Recep Tayyip Erdoğan'ı münasip gören, olmasını isteyen ve başaran Devlet Bahçeli olmuştur.

Dolayısıyla milletin başına sarılan 18 yıllık vebalin tek sorumlu olarak sadece Erdoğan'ı görmek haksızlık olur. AKP kurulduğunda Erdoğan'ın vitrininde "Albenisi" olan ama bugün onların hiç birisi yanında yoksa ve onların yokluğu Devlet Bahçeli ile doldurmuşsa; siyasi tarihimize eklenen son 18 yılı tekrar okumak, incelemek lazım.
Önemine binaen tekrar ediyorum; Recep Tayyip Erdoğan'ın gönlünden tek adam olmak geçmiş olabilir ama gündeminden çıkarmıştı. Ancak Devlet Bahçeli fiili durum yaratarak, O'nun tek adam olmasını istemiştir.
O zaman soralım; eğer Devlet Bahçeli istemiş olsaydı rahmetli Başbuğ'dan sonra bir Türk milliyetçisinin başbakan veya cumhurbaşkanı olmasını sağlayabilir miydi. Kendi düşüncemi söyleyeyim; Erdoğan için yaptığı fedakarlığı yapıp, mesaisini harcayıp, enerjisini tüketmiş olsaydı başarırdı diye düşünüyorum.

''Süt tozu'' ve ABD emperyalizmi
Sene muhtemelen 1965. Ahırlarımızda bir sürü sağılabilir hayvanımız varken; amcamın ilk okulda dağıtılan ve eve getirdiği ABD yardımı süt tozunu rahmetli babaannem kaynatmış ve hep beraber içmiştik.
Bugün çok iyi anlıyoruz ki; ABD ülkemiz üzerindeki emellerinin temeli; ahırlarımızdaki sağılır hayvanlarımızın varlığına rağmen neslimize içirmeyi başardığı süt tozuna dayanıyor.
Bugün kü tahammülümüzün, bugün ki kabullenişimiz, bugün ki sorgulayamama ve itiraz edememe kültürümüzün nedeni o zamanlar büyüklerimizin sorgulamadan içmiş oldukları ABD menşeli süt tozudur.

Yani çok mu zordu; ABD'ye "Ulan şerefsiz; ahırlarımız hayvan dolu, bu süt tozunu bana niçin veriyorsun" demek.
Hala bütün bunların müsebbibi olan devlet yöneticilerinin mezarlarının başında yas tutmaya devam ediyoruz değil mi. Çünkü genimiz hala onlardan geliyor da ondan.

Erdoğan partisine bile değil artık kendi ismi üzerinden geleceğine oynuyor
Akşam yasağın konması da; sabah kalkması da aynı iradenin kararı dır. Bunun hiç de böyle olmadığına inanacak kadar aptal ve ahmak değilim.
Bu olayın arkasındaki düşünce; çeşitli durum ve haller karşısında toplumun davranış biçimini yani duyarlılığını veya tahammülünü ölçmeye yönelik toplum mühendisliği yapma düşüncesi var veya
Erdoğan partisinin kurumsal kimliğine bedel ödetmek pahasına kendi ismine oynuyor gibi.
Önce insanların tasvip etmeyeceği kararı bakanına aldırtıyor, homurdanmalar başlıyor ve "Superman Erdoğan" kurtarıcı rolü ile devreye girip kendi bakanlığının aldığı kararı iptal ettiriyor.
18 senedir kazandıkları devlet yönetme tecrübesi olarak gelinen nokta; Afrika'da bir kabile reisi bile almış olduğu kararı akşamdan sabaha değişmez. "Olur mu yahu millete ayıp olur" der" maymun avı yasağını kaldırmaz.
Başkalarını bilemem, kendi adıma diyorum ki; ilgili bakanın sokağa çıkma yasağını Erdoğan'a danışmadan aldığına inanacak kadar Allah'ın bana layık gördüğü akıl denen nimete ihanet edemem. İnanmam, zira Allah'ın gücüne gider.

Benim milliyetçiliğimi sorgulayanlara...
Özgür düşünceli demokrat Türk milliyetçisi olduğumun anlam ve önemine vakıf olamayanların hal ve gidişimi takdir edemediklerini görüyorum.
Dolayısıyla, kılmış olduğum namaz ve diğer ibadetlerim ile Allah'ın sevgili kulu olabilmem için yeterli olduğunu düşünmediğimden; ilave olarak da hak, hukuk ve adaletin tecellisi için eğer bir kavganın verilmesi gerekliliğine inanıyor ve gereğini yapmayı düşünmüşsem; işte bu duruş benim için en büyük hazzı veren bir ibadet oluyor.
Çocuklarım bir gün "Baba sen şu falan, filan fırsatları elinde imkan varken niçin kaçırdın" dediklerinde onlara; "Çocuklar hak, hukuk, adalet ve doğrunun yanında olmak uğruna ödediğim bedeller nedeniyle; kaçırdığımı sandığınız o fırsatları değerlendirmeyi amaç edinseydim, bugün gurur duyduğunuz babanız olamazdım" dedim ve onlar da hak verdiler.

Enis Berberoğlu'nun vekilliğinin düşürülmesi
Enis Berberoğlu ''MİT Tırları'' soruşturmasında almış olduğu ceza nedeniyle vekilliği mecliste düşürüldü. 
Kim ne derse, ne kararı alırsa alsın; Enis Berberoğlu'nun hain olduğuna inanmıyorum. Eğer bu anlamda bir sıralama yapmam gerekirse; başta muktedirlerden olmak üzere hain listemi yayınlarım ama yine de listeme Enis Berberoğlu'nu dahil etmem.
Yanlışları olmuş olabilir ama hainlik duyguları ile Türkiye Cumhuriyeti Devleti'ne bile bile zarar vermiş olabileceğini düşünmüyorum.
Mesela listeme kimlerden başlarım; ABD laboratuvarlarında döllenen Fetö'yü devletin rahmine yerleştirenlerden başlarım.

Rahmetli Başbuğ Atatürk bunu da yapmıştır
İşte İslami "Ritüellere" değil, hakiki manada Allah'a iman etmenin, O'na inanmış ve adanmışlığın ete kemiğe bürünmüş ruh halinin verdiği karar böyle olur.
Öyle başörtüsü üzerinden, ezanın nasıl okunacağı, minarelerin yüksekliği, minberin şekli, pantolonun ütüsü, eteğin boyu, kadının saçı, misvakın hikmeti, işemenin usulu... gibi İslami şekil şartları ve ritüeller üzerine bina ettiği argümanlarla kendini milletine tanıtma ve O'nun beğenisi kazanma gayesi gütmeden; bir Türk milliyetçisinin ruh halinin doğal refleksini ortaya koyarak kararını verip, gereğini yapmış Atatürk. Yani tırı vırı yok; tespit, eylem ve sonuç...

Allah rahmet eylesin, mekanın cennet olsun; Türk'ün başbuğu yüce Atatürk.
Tanrı Türk'ü korusun ve yüceltsin.
soralmehmet@gmail.com

3 Haziran 2020 Çarşamba

GENE 27 MAYIS GENE KENDİMİZİ SAVUNMADA MIYIZ


Gene 27 Mayıs ve gene savunmada mıyız
Recep Tayyib Erdoğan'ın gölgesinde siyaset yapma gibi bir misyonu üstlenirseniz, elbette o misyonunuzun çekinceleri ile hareket edip "27 Mayıs darbesi ve Alpaslan Türkeş" başlıklı bir mevzuya doğrudan müdahil olup bir şeyler söylemek sizin için zor olduğu için sessizliği tercih edersiniz.
Türk milliyetçiliği kurumsal kimliğinin temsil makamını sahipleniyorsanız, onun müktesebatına da vakıf olmanız gerekir. "27 Mayıs 1960 Darbesi ve Kudretli Albay Alpaslan Türkeş" dendiğinde söyleyecek sözünüz olmalıdır.
Rahmetli Başbuğ; bahis konusu darbeye dahiliği konusunda soru sorulduğunda cevabını elbette veriyordu ama O'nun evlatları ve banisi olduğu kurumun vereceği cevaba ilişkin bir müktesebatının bugüne kadar olması gerekirdi. Her 27 Mayıs geldiğinde suçlanma hissiyatı içinde savunma geliştirmekten bıktık usandık.
Biz Türk milliyetçileri olarak (Sağcı değiliz) o döneme ilişkin değerlendirmemizi hala sağ zihniyetin bakışı ve okuması üzerinden yapıyoruz. Solun nasıl baktığı ise hep aynı olmuştur; muhafazakarlığa tepki...
Yani Türk milliyetçileri olarak "DP ve Adnan Menderes, önce siyasi olarak iktidara geldiler. Sonra meclis çoğunluğunun ezici gücü ile muktedir oldular, bu güce dayanan öz güven patlaması ile kendilerini devletle öyle bütünleştiriyorlar ki; en ufak bir siyasi kayba tahammül edemeyip; Kırşehir halkı DP'yi değil Osman Bölükbaşı'nı tercih etti diye Kırşehir'i il statüsünden düşürüyorlar. Bunun bir tek izahı vardı; siyasi gücün zorbalaşmasıydı" diyerek fikrimizi beyan etmemiz çok mu zor. Durduğumuz yer hala belli değil mi. Sola yaklaşmayalım şu olur, sağa yaklaşmayalım bu olur endişesi ile duruş sergilemek bir fikir hareketine hiç yakışıyor mu.
O döneme dair bu anlamda daha bir çok örnekler elbette mevcut. Sadece muktedirliğin sağladığı güç zehirlenmesinin neden olduğu keyfiyete dikkat çekmek istedim. Yakın bir geçmişte de benzerini yaşamadık mı. AKP İstanbul seçimlerini kaybediyor ve hemen akabinde "Bir şeyler olmasa bile illa ki bir şeyler oldu" denerek, güzel Türkçe'mizi de katlederek anlamsız cümlelerle İstanbul seçimlerinin sonucuna tahammülsüzlüğü ifade edip, tekrarlanmasını istemediler mi. Bir de bu keyfiyetin toplum ve bürokrasi içinde neden olacağı tahribat ve doğal olarak da kutuplaşmayı düşünün; olacak iş mi.
Demokrasimize dayatılan keyfiliğin üstesinden gelmek için hele ki idam usulü ile müsebbibi olanları tasfiye yoluna gitmek gayri insani olduğu gibi vicdansızlıktır, kahpeliktir kabul etmek mümkün değildir. O rahmetli insanlar idam edildiler de ne oldu. Sonrasında o günden bugüne; çıkaralım on seneyi; sağ siyaset o yaşanmış acı ve mağduriyetler üzerinden hikayeler yaza yaza hükümranlıklarını sürdürmediler mi. Ülkenin bugün ki karnesinin müsebbibi de şüphesiz kendileri değil mi.
Diğer bir husus; bu darbeci zihniyetler niçin hiç sol iktidarların varlığını fırsat bilmemişler de hep sağ iktidarların varlığını kollayarak darbe yapmaya cür'et etmişlerdir. Bu kadar da mı tesadüf olabilir. Mesela kırk yıldır var olan fetö niçin illaki yine bir sağ zihniyet olan AKP'nin iktidar olmasını beklemiş veya istediği zemini bulmuştur.
Dolaysıyla, malum döneme ilişkin Türk milliyetçilerinin durduğu yer kendi orijinal tespit ve değerlendirmeleri üzerinden olmalı, sağ zihniyetin iktidarı AKP üzerinden olmamalıdır.
"Demokrasi ve Özgürlük Adası"nın açılışına ve ziyaret edilişine ilişkin izlenen seremoniyi Türk milliyetçisi bir gözlem ile tahlil ettiğimde; ortada tasvip edeceğim bir görüntü yoktu. Kibir ve kutuplaşma...
"İdamlar olmamalıydı" noktasında her kesimin konsensüs sağladığı bir konjonktürde eğer "Demokrasi ve Özgürlük Adası"na bir anlam yüklemek istiyorsak her telaffuz edildiğinde; toplumun tüm kesimlerinin aklına aynı anda idamlar, ortak yasımız, demokrasimiz, özgürlük ve insan hakları; hak, hukuk ve adaletimiz gelmeli. Oysa şu an itibariyle aklıma ilk gelen; iki narsist ve otoriter ismin, kendi paşa gönüllerinden kaynaklı inisiyatifleri ile toplumun diğer kesimlerinin ne düşündüğünün hiç önemsenmediği sadece ve sadece kendilerinin konsolide edebildikleri kesime hoş görünme çabası dır. Burada toplumun ortak duygusu ve mutabakatı hiç dikkate alınmamış hatta "Karşı"larında gördüklerini tahrik etmeye yönelik bir niyetin olduğunu düşünmek bile mümkün.

Fetö'ye atfen "Ne istediniz de vermedik" sözünün arkasını sorguladığımızda...?
"Türk Ordusunun seçkin subayları ile Atatürk sevgisi ve saygısında ortak mutabakatları olan sivil milliyetçi, ulusalcı kişi ve kurumlar; ne varsa üzerine üzerine gidip, onları tasfiye ederek kendinize ve bize istediğiniz alanı açıp, istediğiniz sonuca ulaşmanız için lazım olan her şartı ve zemini hazırladık. Söyleyin bakayım; bütün bunlara rağmen bir noktadan sonra niçin kendi başınıza devam etme kararı alarak bize ihanet ettiniz"
Şeklinde okumanın daha doğru olduğunu düşünüyorum. Peki bu şekilde okumamıza mani olan ne; partileşmiş tek adamlı rejimin hep beraber kabule zorlandığımız tanımlama "Fetö kırk yıldır devlete sızmış bir yapı olup, her iktidar sorumludur". Peki öyleyse niçin "Ne istediniz de vermedik" sözünü söyleme ihtiyacı duydunuz. O da yetmeyip; "15 Temmuz Allah'ın bize bir lütfüdür" dediniz.
Aslında söylenmesi gereken ama saklanan gerçek "Bundan böyle fetö'yü biz muktedirlerin tanımlaması üzerinden okuyacaksınız; gözlerinizle gördükleriniz ve yaşadıklarınız üzerinden değil. Zira gözlerinizle gördükleriniz üzerinden tanımlama yaptığınızda hangi mazereti inşa edersek edelim, hangi senaryoyu yazarsak yazalım fetö'nün ete kemiğe bürünmesi sürecindeki dahilliğimizi görünmez kılamıyoruz"
Allah işte öyle bir güce ve kudrete sahiptir ki; en söylenmemesi gererken bir itirafı olayın kahramanına bizatihi kendi ağzından söyletir. İfade açık ve net değil mi "Ne istediniz de vermedik".
Fetö ile mücadele devletin hesaplaşması şeklinde değil, AKP'nin hesaplaşması şeklinde devam ediyor. Eğer böyle olmasa "Cemaat bankası"nda hesap açıp, para yatıran bir devlet memuru hapse atılırken, o bankada üst düzey yönetici olan birisi bir başka kamu kuruluşuna yönetici olarak atanamaz. Öyle ya; sadece fetö bankasında hesabı olanın devlete karşı düşman ve hain olma ihtimali var da; orada üst düzey yöneticilik yapmış birisinin olma ihtimali yok mu.
Bugün "Ne istediniz de vermedik" sözünü;
"Sizler bireysel veya kamu için hak, hukuk, adalet ve demokrasi adına ne istediniz de bu devlet vermedi"
şeklinde söylenmiş gibi alıp, kabul etmemiz dayatılıyor. Ben ikinci paragrafta ifade ettiğim şekilde alıp, kabul ediyorum ve öylece de yeni nesillere anlatmaya devam edeceğim.

İnadına Türkçüyüz
Bir değerli büyüğüm der ki; "Hun, Göktürk, Uygur, Avar... vs. torunuyuz demezler de hep Osmanlı torunuyuz derler" neden...
Meselenin özü; maalesef hiç tereddütsüz sorulduğunda Türküm diyen her insanımızın yöneticilerimizi seçerken kim olduklarına ilişkin ayni hassasiyeti göstermiyor olmalarıdır.
Bir takım kripto etnik özürlülerin; yıllardır gerçek niyetlerini İslam'ın şemsiyesi altına gizleyerek öyle veya bölye Türk milletine yönetici olmuş olmalarıdır. Dolaysıyla bunlar hiç bir zaman hırlı durmadılar ki. Birisi çıktı anam şuradan, babam buradan dedi, bir diğeri dış Seyehatında benim dedem sizlerden dedi. Yani Nasrettin Hoca misali o yöneticiler bugünlere yol yaptılar.
Türk milliyetçisi başbuğ Mustafa Kemal Atatürk Türk kimliği üzerine inşa ettiği devleti bu mentalite üzerine oturtmuşken; maalesef ve maalesef bir dönemden sonra bu insanlar muktedirliklerini koruma uğruna "Türk gibi, Türk'e göre ve Türk'ten olması" hassasiyetini koruma kimsenin umurunda olmamış, hele ki etnik özürlü yöneticilerin hiç olmamış, gizli emelleri için fırsat bilmişler dir. Osmanlı torunuyuz deyip de Türküm diyemeyen yöneticilerin Türk milletinin bekasına dair bir endişesinin olabileceğini sanmıyorum.
Atatük bakiyesi bürokratlar, elitler dinin bir milletin tamamlayıcısı unsuru olduğu gerçeğini Atatürk gibi anlayıp, devamını da Atatürk gibi getiremediklerinden dini siyasallaşmanın ağına ittiler. Karşı cenah da kucağında bulduğu bu beleş nimeti alıp, kabul etti. Önce dinimizi siyasallaştırdılar sonra da bu siyasal örtü altında en büyük ihaneti sergileyerek Türklüğümüzü ötelediler. Yani dinimizi; içinden imanı söküp atarak "Siyasal İslam" şeklinde başımıza "Bela" ettiler.
Şimdi devlet yapımızı ve milletin aidiyet duygusunu bu noktaya taşıyanların aklına elbete Osmanlı torunuyuz demenin dışında; Hun, Göktürk veya Uygur torunuyuz demek gelmez.
Elbette bunlar Ormanlı'ya sahip çıkarlar, zira Osmanlı denen yapı; Türklerin elinden alınmış bir devletin çok uluslu veya etnik kimlikli devlete dönüştürülmüş halidir. Doğal olarak da; her etnik kimliğin bu yapıya aidiyet duyması ve hayranlığının da olması normaldir. Tekrar buraya dönme hevesi ve hayali de kesintisiz devam ediyor. Bunlar Türklüğe vurgu yapan ne millet, ne de devlet tarifi istiyorlar. Nihai olarak da; varmak istedikleri nokta burasıdır.
Madem ki iş bu kerteye geldi Türkçü görüş benim şiarım olacak. Hun torunuyum, Göktürk torunuyum, Uygur torunuyum, "Hiristiyan Gökoğuz"un da gardaşıyım. Selam olsun onlara.

Lütfü Türkkan'a itibar suikastı
Devletin yaptığı kadastro çalışması ile kuruluşu 25 yıl öncesine dayanan İYİ PARTİ milletvekili Lütfü Türkkan 'ın fabrika arazisinin sadece 6 metre karesinin orman arazisine dahil olduğu tespit edilince tutanak tanzim edilip, devlet o kadar kısmı Lütfü Türkkan'nın fabrikasına kiraya veriyor ama daha sonra bu kira protokolünü tek taraflı iptal ediyor ve 6 metre karelik yeri de mühürlüyor.
Mangal tutuşturmaktan başka bir işe yaramayan, kendilerinin bile itibar etmedikleri amiral konumundaki yandaş gazete; tek taraflı protokol iptali ile mühürlenen 6 metre karelik yeri sadece ve sadece "Lütfü Türkkan'nın fabrikası mühürlendi" diyebilmek için haber yaptı.
Ancak Lütfü Türkkan İYİ PARTI'de etkin ve yetkin birisi olarak TV'lere çıkıp, Türk siyasetinde artık unutulmuş olan edep ve adap dilini nezaket cümleleri ile bütünleştirip, aynı zamanda siyasete seviye kazandırmaya yönelik yapmış olduğu konuşmaları ve kaliteli muhalefet anlayışı dikkat çekince ve bu üslubun kazanımları İYİ PARTİ hanesine yazılınca; belli ki AKP hükumeti bundan rahatsız oldu ve bir şekilde Lütfü Türkkan vasıtası ile İYİ PARTI'yi cezalandırma yoluna giderek, korkutma ve sindirme operasyonları geliştiriyorlar.
Lütfü Türkkan'nın fabrikası üzerinden yürütülen bu sindirme hareketi; aslında iktidarın muhalefete baskısının ne denli insan aklına ziyan hallerde olduğunu göstermiş oluyor. Yahu en küçük bitişik arsalar bile ölçüldüğünde komşular arası bu kadar metre kare itilaflar söz konusu olabiliyorken, 25 yıl önce kadastro geçmeden kurulmuş bir fabrikanın arazisi ile devletin orman arazisi arasında 6 metrelik itilaf olması çok mu ciddi mesele. Kaldı ki kimse inkar etmemiş, devletimin hakkı neyse buyurun alın denmiş.
Be vicdansızlar, dört yüz beş yüz kişinin ekmek yediği fabrikaya mühür vuruldu nasıl dersiniz. Özellikle bu günlerde teşvik bekleyen sanayiciye sadece siyasi düşüncelerle itibar suikastı organize etmekten ne fayda umuyorsunuz. O fabrikanın enkazı Lütfü Türkkan'nın torunlarına yeter de artar bile. Peki dört yüz kişinin rızkını kazandığı bir kapıya kusmuk bırakmaktan ar etmez misiniz.
Ben Lütfü Türkkan'dan rica ediyorum sizin topunuza mezarlık için o fabrika arazisinden toprak bağışlasın.

Siyasi provokatör Nametiner
M.Namertiner tam bir provokatör. Bu adam meşru bir siyasi partiye sırtını dayayarak cumhuriyet değer ve kazanımlarına karşı öteden beridir içinde taşıdığı kin ve öfkeyi kusmak için her fırsatı değerlendiriyor. Bunu hep yapıyor.
İzmir'deki camilerde korsan okunan şarkı üzerine fikrini beyan etmek için bir meczup provokatör puşta sipariş verildiği aşikar olayı daha da gerilere taşıyarak ille de CHP'ye yamamak için zamanın hükumetinin faşist İtalya'ya göndermiş olduğu mektup metninin Cumhuriyet gazetesinde yayınlanmasına kadar işi götürdü.
AKP konuyu gene din tartışmasına getirdi. Bundan da anlamamız gereken; tekrar ediyorum ki ikinci bir "Kabataş Yalanı'nın tekrarı olabileceğidir. AKP Hükumeti bu eylemin failini hiç bir zaman bulmayacaktır. Nedeni de; AKP'nin daha bugünden nemalanmaya başlamış olmasıdır.

Öztürk Yılmaz ne yapmak istiyor
Ben de sanmıştım ki; Öztürk Yılmaz "Türkçe ezan ve ibadet" den bahsedip, seçim arifesinde CHP'nin aleyhine bir propagandanın zeminine çanak tutmak gibi bir gaftan dolayı ihraç edildiğini düşünerek; CHP'nin mahalle baskısı nedeniyle kendisini ihraç edip, haksızlık yapıldığını düşünmüştüm, geri alıyorum.
CNN'deki konuşmalarını dinledikçe kendisine yapılanın az bile olduğunu düşündüm. Şu anda CHP seçmeninin oyları ile vekilliği devam eden bu adam Kılıçdaroğlu'na yalancı diyor.
Bir insan bu kadar çığ olabilir mi Allah aşkına. Bu çiğlikte nasıl parti kurup, liderlik yapacaksın. Diyelim ki haklısın ve öfkelisin; kullanabileceğin en uygun ifade "Sayın Kılıçdaroğlu beni anlamak istemedi, zaman ayırmadı, beni dinlemedi" şeklinde olabilirdi ama "Yalancı" ifadesi son derece kaba olmuştur.

Gazeteci Özlem Gürses
Gazeteci Özlem Gürses'i tebrik ediyorum.
D. Perinçek; AKP, VP ve MHP dışında her partiyi fetöcülükle itham edince Özlem Gürses "Böyle itham ve iftiralar karşısında programda bu partilere kendilerini savunma fırsatı verilmemesi büyük haksızlıktır" diyerek bir anlamda A.Hakan'a "Bu işi yapacaksan doğru dürüst yap, böyle gazetecilik olmaz" demiştir.
Bu tepkisini belki de bir daha bu programa çağrılmayacağının hesabını yaparak da göstermeyi göze almış olabilir. Nihayetine bu programalar bu insanların geçim kapısı, çalışma alanı.
Herkes kazancı yanında bir o kadar da ekmeğini yediği mesleğinin onuruna sahip çıksa; belki de toplumu yönetmek için birilerinin aklına ve organizasyonuna bile ihtiyaç duymayacağız.

Milletvekili Transferi...
Lütfen biraz samimi olun. Neymiş efendim "Milletvekili transferleri etik değil"miş. El hak; elbette doğru. Ancak bu anlamda, bu cümleyi kurabilecek kadar günahsız olduğunuza dair temiz kağıdını nereden aldınız.
Tek adamlılık ve otoriterliğiniz ile belki istemediğimizi dayatabilirsiniz ama gözlerimiz şahit oldu diye körlüğü bizlere dayatamazsınız. Sen kısasın, o uzun; yalan mı.

İYİ PARTI'de kıçlarının altındaki koltukları henüz ısınmamışken; hanenize buyur ettiğiniz vekilleri nasıl izah edeceksiniz peki.

soralmehmet@gmail.com