30 Mart 2021 Salı

İSTANBUL SÖZLEŞMESİ ZİNA VE SOY BAĞI


Zina'yı hak bilip haramı meşrulaştıranlar ve İstanbul Sözleşmesi

İstanbul sözleşmesinde hemcinslerin evliliğine atıf yapmak gibi bütünün içindeki ufacık bir ayrıntı üzerinden sözleşmenin iptali yoluna gittiler.
Erkek egemen toplumun beklentisini tatmine yönelik bir karar verilmiştir. Sözleşme; sözleşmeden mütevelli kadını koruyan pozitif ayrımcılığın erkeği mağdur edeceği endişesi ile iptal edilmiştir. Meselesinin aslı budur.
Evli kadın bir başkasına kaçıyor ve adamla beraber yaşamaya başlıyorlar. Kocası yerini de, kiminle olduğunu da biliyor ama şikayetçi olamıyor çünkü kadının yaşı 18 den büyük. Yani istediğini yapabilir. (Eskiden zina yapanlara hapis cezası vardı) Sonra kadın hamile kalıyor, boşanmadığı kocadan aldığı soy ismine doğurduğu çocuğu kaydettiriyor. Dikkat edin lütfen, çocuğu peydahlayan babayı ilgilendiren hiç bir hukuki bağ yok. Yani Çocuk, babası olmayan babanın nüfusuna kaydediliyor.
Şimdi AKP'nin düzenlemesiyle zinaya meşruiyet kazandıran yukarıdaki örnekteki gibi soy bağının değiştirilmesi gibi iğrenç bir suiistimale yol açılırken kadının her türlü mağduriyetine neden olan erkekten kaynaklı suiistimallere karşı düzenlenmiş İstanbul sözleşmesi; Müslüman Türk milleti nezdinde hiç bir zaman zemin bulup onaylanmayacak küçük ve gereksiz bir eşcinsellik ayrıntısı yüzünden iptal edilmiştir.
Tamam öyleyse; hemcins evlilikleri hariç tutup diğer maddeleri alarak yeni bir metin yazın, yenisi budur deyip cumhurbaşkanının KHK yetkisi ile kanunlaştırın geçek niyetinizin ne olduğuna hep beraber şahit oluruz.
Müslüman Türk toplumunun ciddi şekilde sorun olarak görmesi gereken husus hemcins evlilikleri değil, soy bağının değiştirilmesine neden olan zinanın cezasız bırakılmış olmasıdır.
Zina denilen haramı meşrulaştırmanın müsebbibi olmanız gerçeği hanenize tescilliyken, hangi ar ve namus anlayışı ile olmayan hemcins evlilikleri üzerinden fuzuli gerekçeler ileri sürerek, kadını koruyan İstanbul sözleşmesini iptal ettiniz. Zaten bilinen tek örnek de olsa; bunu fiili yaşayanlarıyla itibarlı masalar kurup meşk yaptığınıza göre; derdiniz nedir.

Ülkemizdeki tahakkümün beslediği selefi anlayışın psikolojik baskısı ve somut tehditleri yüzünden, cumhuriyet değer ve kazanımları ile hiç bir sorununu olmayan hatta ilave değerler kazandıran, "Nakle" değil "Akla" dayanan İslam öğretisini ortalama halk düzeyinin inisiyatifinden alıp entelektüel insanların da ilgi alanına taşıyan bir din alimi, akademisyen daha ülkemizi terk etti.
Prof. Dr. Mustafa Öztürk...
Böyle bir utancın yaşandığı bir ülkede İstanbul sözleşmesi ve muhtevasından hayra vesile olacak sonuçlar çıkarmayı bugünkü ortalama algı düzeyinden beklemek zaten abesle iştigaldi.
Zihinlere zincirlerin vurulduğu, muhalif olarak yazılan her yazıdan, söylenen her sözden sonra bir daha, olmadı bir daha başımıza bir belanın gelip gelmeyeceğinin hesabının yapıldığı, bir gece yarısı koskoca TBMM'nin aldığı kararı tek başına "Artık hükümsüzdür" diyerek kaldıran tek adam iradesinin hüküm sürdüğü; hak, hukuk ve adaletin sosyal medya üzerinden arandığı bir ülkede...
Ne, daha önce "Kaza ile kabul edilmiş İstanbul Sözleşmesi'nin devamı mümkün olabilirdi, ne de Prof. Dr. Mustafa Öztürk gibi bir ilim adamının ilim yapması mümkün olabilirdi. "İyi ki babamın ısrarına uyup da okumadım" diyerek, laik sistemde eğitim ve öğretimi küçümseyen, gereksizliğini ifade eden nakilci Cübbeli'nin dini kanaat önderi olduğu bir ülkede Mustafa Öztürk Hoca'nın elbette bir geleceği olamazdı.
İstanbul Sözleşmesi'nin iptal edilmesi "Sahibinin sesi"ne uygun bir davranış biçimi olmuştur. Aslında bu zihniyetin sözleşmeyi iptal etmesine değil, daha önce nasıl kabul ettiğine şaşırmamız gerekirdi.
Her ailede en az bir kadın yani bir ana var ancak iktidar mensupları ve onların biatcılarını ürküten, sürekli yanlışa sürükleyen modern kadına bakış açıları yani düşmanlıkları olmuştur. Bu bakış açıları öyle kin ve öfke dolu ki onlara analarını da kız evlatlarını da unutturuyor. Oysa kadının mağduriyeti aynı zamanda anaların ve kız evlatlarının da mağduriyeti demek değil mi dir.
Diğer bir husus ise beyinlerini adeta bacakları arasında taşımayı alışkanlık edenler toplumu ilgilendiren vakalara oradan bakıp, oradan okudukları için ille de bir cinsellik atfetme, ilgili ve iltisaklı görme ve gösterme çabaları var. İstanbul Sözleşmesi'ne itirazı biraz da bu minvalde değerlendirmek lazım.
Sizi iktidarda tutacak olan güç devleti yönetebilme, milleti mutlu etme kabiliyetiniz olmalı. Herkesin özeli olan cinsiyetler üzerinden sapkınca ve zorlama yorumlamalarla medeni dünyanın insana ve dolayısıyla kadın haklarını geliştiren uluslar arası sözleşme metinlerini fantezilerinizle kirletemezsiniz.
Her insan ne ise o dur. İnsan kendini bildiği şekildedir bir başkasının istediği şekilde değildir. Kendinizi bu kadar özel, insanların tanımlanmasında, sıfatlandırılmasında yetkili görüyorsanız oldu olacak biraz daha ileri gidin; Allah'a insan siparişi verin(!) Ne yani; kilit mi vuracaksınız, bekçi mi dikeceksiniz.
İstanbul sözleşmesini okudum. Bir yede "Cinsel yönelim" ifadesi geçiyor. Anlaşılan o ki; cinsel yönelimi olanların gerek kendi ailesi içinde gerekse toplum içinde maruz kalacakları her türlü şiddete binaen bahsi geçmiş. Sadece buradan ne fanteziler üretildi ne... niçin; muhafazakar insanlardan oy devşirecekler. Hiç bir fanteziniz akıbetinize mani olamayacak bilesiniz.
Eğer aile yapısına saygı duymak gibi bir önceliğiniz varsa, boşanmamış evli eşlerin gayri meşru ilişkilerinden doğan çocukların soy bağlarını ortadan kaldıran, cezasız bırakıp da meşrulaştırdığınız "Zina"ya tekrar hapis cezası getirin. Nedir bu Allah aşkına; her evden bir eşcinsel çıkacakmış telaşı ile yaygara koparılarak, toplumsal değerler üzerinden molotof kokteyli hazırlayıp milletin üzerine atarak Türk kadının TBMM kararı ile kazanılmış haklarını gecenin bir yarısında tek adam iradesi ile yerle yeksan ediliyor.


Yüksek faiz düşük kur inadı ve sonrası...

Avrupa merkez bankalarının çoğu eksi faiz uyguluyor bizde ise en son faiz artırımı ile artı 19 oldu. Yani Avrupa'da bir merkez bankasına diyelim EUR 100.- yatırılıyor çekilirken ise EUR 99.99 olarak alınıyor. Bir anlamda bırakalım faiz gelirini aksine saklama bedeli ödenmiş oluyor.
Bu şartlarda biz ise ne yapıyoruz; vatandaşa, tarımcıya, esnafa, sanayiciye "Elinizdeki yaptığınız işleri bırakın, nakite dönün, bankaya yatırın. Hiç yorulmadan para kazanın, ne gerek var ekmeye, biçmeye, üretmeye" diyerek sürekli faiz artırıyoruz.
Avrupalı spekülatörlere verdiğimiz mesaj ise; "Siz ülkenizde paranızı bankada saklamak için bile bedel öderken biz para kazanmanız ve milli servetimizi en iyi şekilde sömürmeniz için artı 19 gibi faiz veriyoruz. Bizden daha ne istiyorsunuz. Gerekirse işletmelerinizi, fabrikalarınızı satın nakite dönün, ne kadar döviziniz varsa bozarız". Bu kadar cüretkar ve cazip davetten sonra aşırı arza (Faiz artırımı) olan talebin iç borçlanma ile karşılanmasının ekonomimiz üzerindeki tahribatını cumhur ittifakı "Dış güçler bizi istemiyor, kıskanıyor, düşmanlık ediyorlar" şeklinde anlatarak Türk milletini bilerek ve isteyerek kandırıyorlar. Bu şuna benziyor; kızı istemediği halde yüklü para karşılığında bir ağa ile evlendiren babanın ahaliye "Ağa kızımı zorla kaçırdı" şeklinde anlatması gibi bir şey.
Yurt dışı borçlanma taksitlerine bir de yandaş beşli çeteye sözleşmeler üzerinden yapılan döviz ödemeleri için TL'ye artı 19 faiz verilerek düşük kurdan döviz toplama politikası ile adeta ithalatı teşvik eden, tarım yapmayı gereksiz kılan ihracatı ise bitirmeye matuf bir döngünün ülkemizi bir felakete doğru sürüklediğine hep beraber yaşayarak şahit oluyoruz.
Bu ülkede olup bitenleri benim yukarıda Bilal'a anlattığım gibi muhalefetin de Türk milletine entelektüel dille değil halk ağzıyla anlatması lazım. Kısaca "Dış güçler" palavrasını yalancı emzik misali milletin dudaklarına dayayıp, zihinlerini kontrol altına almasını çok iyi beceren cumhur ittifakının elindeki bu gücü kırmak lazım, onun için de; "Bilal dili"ni çok iyi kullanmak lazım.


Muhsin Yazıcıoğlu'nu ölüm yıldönümünde anarken...?

Muhsin Yazıcıoğlu her zaman inanmışlık ve adanmışlık anlamında takdir ettiğim birisi olmuştur ama tekrar ediyorum; kendi belirlediği ilkeler uğrunda bireyselliği adına vermiş olduğu savaş anlamında.
Ancak ülkücü harekette yaşanan çok önemli iki kırılmanın birincisinin müsebbibi Muhsin Yazıcıoğlu diğerinin ise Devlet Bahçeli dir. Devlet Bahçeli'yi haklı olarak çok eleştiriyoruz ancak Muhsin Yazıcıoğlu'nun MHP tarihinde neden olduğu kırılmayı hangi meşruiyet üzerine oturtmuştu; hatırlayanımız veya sonraki kuşaktan bilenler var mı. "Türkeş artık yaşlandı" muhabbetinden başlayıp Müslümanlığımızın ne kadar olduğunun sorgulanmasına kadar varan hadsizse sorgulamalar. Muhsin Yazıcıoğlu bunu söyledi demiyorum, kırılma süreci bu muhabbetlerle başlamıştı demek istiyorum.
Muhsin Yazıcıoğlu bölmeseydi, Devlet Bahçeli tabi olmasaydı Ülkücü Hareket'in bugünkü konumu ne olurdu; kesinlikle Türk milliyetçileri devleti yönetme konumunda olurdu, siyasal İslamcıların da esamisi bile okunmazdı.
Muhsin Yazıcıoğlu'nun iyi bir insan, iyi bir Müslüman olduğuna dair aşağı yukarı tüm ülkücüler olarak hemfikiriz ancak bu güzelliği de "Ülkücü Hareket"in devleti yönetmeye adım kala neden olduğu kırılmayı sorgulamamıza mani olmamalıdır. Her zaman "Devlet Bahçeli bunu yaptı" dendiğinde "Muhsin Yazıcıoğlu da şunu yapmıştı" gibi adil bir sorgulama yapılacak, yapılmalıdır da.
Ben siyaset ötesi; duruşu belli güzel ahlak sahibi herkesi takdir eder, değer veririm. Bu anlamda Muhsin Yazıcıoğlu'na Allah'tan rahmet diliyorum. Ruhu şad mekanı cennet olsun.

Ya İstiklal Marşında ''Türk'' sözü geçseydi...?

Bizler, İstiklal marşında geçen millet ve ırk kavramlarını kullanan merhum Mehmet Akif Ersoy'un bu iki kavram ile Türk milletini kastettiğini elbette biliyoruz. Böyle öğrendik ve böyle öğretmeye de devam edeceğiz.

Ancak şunu bilmeliyiz ki; eğer Mehmet Akif istiklal marşında millet yerine "Türk milleti", ırkım yerine "Türklüğüm" demiş olsaydı bugün ona da itiraz ederek bir başka istiklal marşı talep edecektiniz.
Andımızın kaldırılma nedeni; içinde geçen "Türk" ve "Türklük" vurgusudur. "İstiklal marşı aynı zamanda milli andımız dır" diyerek niyet saklama yoluna gidenler bilsinler ki; bunun nedeni İstiklal marşında "Türk" veya "Türklük" ifadesinin yazıldığı şekilde GEÇMEMESİ dir.
Ama muhteremler şunu bilin ki; abursanız da, köpürseniz de; biliyor ve iman ediyoruz ki; İstiklal marşında geçen "Millet" ve "Irk" kavramları "Türk milleti" anlamındadır. Hadi yiyorsa değiştirin bakalım.


Kusura bakmasınlar sözümüz alınanlaradır

Sözümün muhatapları kusura bakmasınlar, siyasal İslamcılığa tam entegre olup, yetmeyip And'ımızın kaldırılmasına siyasi desteği vermiş, o da yetmemiş Türk milliyetçiliğinden beslenip oradan güç almış, T.C Devleti'nin kurucu Başbuğ'u Mustafa Kemal Atatürk'ün kabartmalarının devlet nişanlarından kaldırılmasına ses çıkaramama ezikliğini dahi içselleştirmiş bir siyasi görüşün milliyetçiliğinden bahsetmek söz konusu olamaz.

Türklerin ülkesinde Türk düşmanlığı yapmak...? Düzenlemeler kapsamında; Şanlıurfa’daki Devlet Türk Halk Müziği Korosu Müdürlüğünün ismi Şanlıurfa Sıra Gecesi Müzik Topluluğu Müdürlüğü, Elazığ’daki Devlet Klasik Türk Müziği Korosu Müdürlüğünün ismi Elazığ Kürsübaşı Müzik Topluluğu Müdürlüğü, Diyarbakır’daki Devlet Klasik Türk Müziği Korosu Müdürlüğünün ismi Diyarbakır Medeniyetler Müziği Korosu Müdürlüğü, Edirne’deki Devlet Türk Müziği Topluluğu Müdürlüğünün ismi ise Rumeli Müzikleri Topluluğu Müdürlüğü olarak değiştirildi.
İddiamı sürdürüyorum; bu ülkede Türklüğümüze dair tüm kırılmalara ne yazık ki Devlet Bahçeli iradesi öyle veya böyle paydaş kılınmıştır. Benim haksızlığımı ortaya koyacak ve büyük bir zevkle özür dilememi gerektirecek olan ''Türk'' isminin kaldırılmasına tepki gösterecek olan Devlet Bahçeli dir.
Türk milliyetçiliği kurumsal kimliği adına sineye çekilen yukarıda bahsettiğim ayıplara ilaveten, 7 Haziran 2015 seçimlerinden itibaren süregelen evveliyatını da dikkate aldığımızda; tüm iyi niyetlerimizi muhafaza edip vicdani muhasebemizi en derinden yapsak bile övünce dair hiç bir sonucu çıkarmak mümkün değil.
Ve devamında;
Yine bu muhataplarım kusura bakmasınlar, böyleleri ile tarihin bir döneminde muhabbet etmişliğimiz, gönüldaşlığımız oldu diye; eklemlendikleri siyasal İslamcıların devlete bilerek ve isteyerek yerleştirdikleri ihanet örgütünün başımıza musallat ettiği sonuçların bahanesi üzerinden iğdiş edilen cumhuriyet değer ve kazanımlarının tekrar aslına rücu etmesi için verilen her türlü mücadelenin içinde olmaktan kaçmam mümkün değildir. Bu anlamda paydaşların kim olduğu hiç umurunda değil yeter ki vatan ve millet severlik paydasında buluşmayı başaralım.
Dolayısıyla,
"Siyasal İslamcı"nın götürdüğü yerde değil "Milli sol"un gösterdiği yerde daha güvende namaz kılabileceğime inanıyorum.
Mehmet Soral
soralmehmet@gmail.com

19 Mart 2021 Cuma

ANDIMIZIN KALDIRILMASI

Andımız kaldırıldı diye çok haklı olarak en ağır ifadelerle Danıştay'ı eleştiren Devlet Bahçeli, itirazını yanlış adrese yapıyor. Esas fail AKP ve onun başında "Milli" kelimesi olan eğitim bakanlığı olduğu halde niçin zihinleri Danıştay'ın üzerine çekiyor.
Çünkü;
MHP'nin kurumsal kimliğine ve onun genel başkanı olarak kendisine yüklenen misyon gereği beklenen; andımıza sahip çıkmak adına şiddetli tepki gösterilmesi ve gereğinin yapılması gerekiyor ama bilerek ve isteyerek hedefe Danıştay'ı koyarak AKP'yi aklama yoluna gidildi.
Türkiye'nin en eski ikinci partisi kongre yapıyor. Ve maalesef "MHP olarak iktidar olduğumuzda...." diye başlayan bir cümle hala kurulamıyor.
Altmış yıllık MHP, ancak ve ancak bir başka partinin iktidarını ve onun genel başkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın cumhurbaşkanlığını vaat edebiliyor.
Türk milliyetçilerinin bu ideolojik duygusallığının, mazisine sadakatının sömürülmesine daha ne kadar devam edilecek.

MHP, Büyük kurultayında ileriye dönük programının AKP'yi iktidarda tutup, Recep Tayyip Erdoğan'ı tekrar cumhurbaşkanı adayı göstermek olunca, elbette andımızın kaldırılmasının esas müsebbibi olan AKP'ye söyleyecek bir sözü olamazdı.
Velhasıl kelam; son yirmi yıldır ülkemizde yaşanan tüm kırılmaların öyle veya böyle, önünde veya arkasında Devlet Bahçeli inisiyatifinin hep devrede olduğunu gördük. Yine hep beraber gördük ki; Devlet Bahçeli inisiyatifi ne MHP'ye, ne de onun mensupları Türk milliyetçilerinin yüreklerini ferahlatacak "Bu sefer biz kazandık, artık etkin ve yetkin biziz" diyebilecekleri bir tek övüncü tatmayı sağlayamamış, bilakis engel olmuştur.
Devlet Bahçeli'nin yanlış olarak hedef seçtiği Danıştay üzerinden andımıza sahip çıkıyor gözükmesi; Türk milliyetçiliği perspektifinden bakıldığında, kabulü mümkün olmayan bir kırılmaya tahammülü önce yönetmek, sonra alıştırmak ve nihayetinde kabul ettirmektir.
Unutmayalım, bazılarımız üzerimize basan ayakları kırmış olsak da; yine bazılarımızın üzerinde o kırılası ayaklar hala basmaya devam ediyor.
Ama şükürler olsun ki; bu umutsuzluğun dibe vurdurulduğunun sanıldığı bir anda Türk milliyetçileri; vatan ve millet severlik paydasında bütünleşen her kesimden insanları otağında toplayarak cesurlar hareketini başlatmış ve "Bu devleti yönetmeye talibiz" özgüveni ile iddiasını ortaya koyarak İYİ PARTI'yi kurmuşlardır.
Yani demem o ki; hiç de umutsuz değiliz. İnadına, son derece özgüven dolu şekilde Türk milliyetçiliğinin iktidarına doğru gidiyoruz.
Neymiş efendim; kaşığı niçin öyle tutmuşuz, soğanın cücüğünü kim yiyecekmiş... vesaire. Bütün bunlar kimin umurunda beyler; ben iktidara açım aç.

Ümit Özdağ'ın ayrılışı fikir ayrılığı değil nefis ayrılığından dır
Ümit Özdağ'ı dinledim. Bütün anlattıklarını neredeyse birebir İYİ PARTİ'nin kuruluş sürecinde de anlatmıştı, dinlemiştik.
Ne tuhaf ki; İYİ PARTİ'den ayrılış gerekçesini; aslında aday olmadığı GİK listesinde olmayan isminin, bir başka listede çizilmesine duyduğu öfkesine bağlıyor. Yani fikri bir ayrışmadan bahsetmiyor. Ayrılışını CHP ile ittifak yapılmasına da bağlıyor ki; bu da partinin seçim stratejisi olup, parti yönetiminde genel kabul görmüş olmalı ki; karar ittifak yapılacak şeklinde çıkmış.
Oysa bizler biliriz ki partiler fikirler üzerine bina edilir, kurulurlar; öfke tatmini için değil.
Buradan çıksa çıksa; millet ittifakının gücünü kırarak Recep Tayyip Erdoğan'nın tekrar cumhurbaşkanı seçilmesi ile Erdoğan'nın şahsında siyasal İslamcı vesayeti, iğdiş edilmiş cumhuriyet değer ve kazanımları üzerine oturtmak olur. Amaç bu olmayabilir ama bu amaca matuf kurulmuş değirmene su taşır.
Türk milliyetçilerinin bu devleti yönetmeye en yakın olduğu bir süreçte "İçinde olmak istemediği listeden, olmayan isminin çizilmesi"ne yönelik duyulan öfke tatmininden gelinen son nokta; çok garip, tuhaf, anlaşılmaz değil mi.

Siyasi zeka işte böyle bir şey
Meral Akşener dün akşam Habertürk TV'de İmamoğlu'nun attığı malum twit'le ilgili olarak "İmamoğlu bana watsup'dan mesaj attı" dedi.
Gazeteci "Mesajda ne diyor" deyince vücut dili eşliğinde esprili şekilde yine siyasi zekasını devreye sokarak "Söyleyemem, özel bilgilerin gizliliğini ihlale girer" dedi.
Amma velakin cumhur ittifakı ve onların trol ordusu, suiistimal edebilecekleri bir dirhem de olsa hazzını yaşayacakları kelamı duyamayınca avını kovalayıp bir türlü pençesini atamayan sırtlan misali süklüm püklüm bir ağaç gölgesine çekilip bir sonrası için pusuya yatıp beklemek durumundalar.
Anlaşılan o ki; Meral Akşener'in siyasi zekası cumhur ittifakı ve onun trollerini çok yorup perişan edecek.

Küfür acziyetin bağırmak cehaletin gereğidir
Edep ve adap fakiri, güzel Türkçe ile cümle kurarak meramlarını anlatabilmekten aciz, öfke birikimlerini üstelik de bir bayana erkek ağzı ile boca edenlere Meral Hanım hak ettikleri karşılığı en güzel şekilde verdi.
Meral Hanım'ın medeni ve siyasi cesareti karşısında içine düştükleri çaresizliklerin çukura ittiği bu ağzı bozuk adamlar, düştükleri çukurdan çıkmamak üzere ilelebet tarihin dehlizlerinde kaybolup gidecekler. O günler çok uzak değil.
Siyasi minderde kurallara uyarak güreşmeye yüreği yetmeyenler; çocuklarınızın, eşlerinizin torunlarınızın yanında kullanamayacağınız aşağılayıcı itham ve sıfatları Meral Hanım'ın şahsına kullandınız da ne oldu. Millet kendisine yaptıklarınıza inat kucaklayıp bağrına basmaya davam ediyor; siz çukura, Meral Akşener ise zirveye.
Şiir okumaktan hapis cezası verilerek mağdur edilen birisine sahip çıkıp, onu baş tacı eden Türk milleti; hep beraber göreceğiz, namusuna alçakça dil uzatılarak mağdur edilen bir Türk kadınına nasıl sahip çıktığını.

''İhvancı''lık uğruna bunları yaşamak zorunda mıydık

Siyasal İslamcı, İHVANCI Mursi'ye sahip çıkmak, arkasında durmak adına darbeci SİSİ'yi protesto ederek ilişkilerimizi en alt seviyeye hatta bitirme derecesine indirince bunu fırsat bilen Yunanistan Güney Kıbrıs Rum kesmi, İsrail ve Mısır ile Doğu Akdeniz üzerindeki kaynaklara ulaşma ve temini için işbirliğine girdi. Yunanistan emelleri için Mısır'ı seçerek onun üzerinde koza ördü. Böyle bir süreç niçin yaşandı; Mısır'ın derdi Türk milletini değil ama rabiacı iktidarımızı germişti de ondan.
Şimdi ne oldu; o sürekli milet ittifakının hele ki "CE-HA-PE"nin öteden beridir sürekli Mısır ve Suriye ile ilişkilerimizi normalleştirmeliyiz" teklifine uyarak, Mısır ile tekrar diyalog kuruldu. Artık Mısır, Akdeniz'deki kıta sahanlığımızı tanıyarak menfaatlerimizin yanında olacağını açıkladı. Bu diyalog kurulunca Yunansitan da doğal olarak panikledi.
Şimdi sıra geldi yine kişisel ego tatmini için Sayın muktedirin büyük bir memnuniyetle kabul edip dünyaya duyurduğu eşbaşkanlık adına tarumar edilgen Suriye ile tekrar diyaloğ kurup Esed'i Esad yapmaya.
Buradan çıkarılacak sonuç; Sayın muktedirin siyasal İslamcı ego tatmini için keyfi olarak Mısırdaki "İhvan" hareketine destek amaçlı, içine sürüklendiğimiz maceranın nelere maal olduğu ve yine ABD'nin işine geldiği şekilde, sömürmek istediği ülkelere demokrasi ihraç etme hevesinde olduğu gibi bizim de BOP eşbaşkanlığı dahilinde Suriye'ye demokrasi ihraç etme maceramız için içine itildiğimiz bataklık ve sonra başımıza gelenler.
Dikkat edin bu olup biten süreçlerin Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin geleneksel dış politikasında yeri yok, daha önce benzeri yaşanmamış süreçler; yani hiç bir zaman başka ülkelerin iç işlerine karışmak gibi bir geleneği misyon edinmemişiz.
Ha, bu arada BOP eşbaşkanlığı ne durumda acaba. İade edildi mi, edilmedi mi. Corona virüsü gibi mutasyona mı uğradı ne oldu bir bilen var mı acaba.

Fezlekelere okunmadan oylanması

Savcıların dosya hazırlayıp hakimlerin de duruşma yapmasına ne gerek var. Dosya hazırlamaya bile gerek yok. Erdoğan-Bahçeli ikilisine "Efendim birilerine ceza vermeniz gerekiyor. İsimler şunlar, yaptıkları bunlar. Hükmü siz verin infazı biz yapalım" denmesi yeterli(!)

HDP milletvekilleri için hazırlanmış olan fezlekelerle ilgili dosyalarına bakmaya gerek görülmeden cumhur ittifakı hükmünü vermiş durumda; "Tez elden dokunulmazlıklar kaldırıla, vekillikleri düşürüle". Tabi ki bu süreçleri ülkemizdeki kurumsal temsilcilikleri vasıtası ile izleyen dış dünya; "Türkiye'de hukuk talimatlarla işliyor" hükmüne vararak ülkemizi hukukun işleyişi ve ciddi devlet anlamında "Güvenilmez devlet" kategorisine alarak ilişkilerini de bu tespit üzerinden yürütüyorlar. En basit örnek güdümlü hukuk nedeniyle uluslararası hukuki teminatlardan emin olmadıkları için yabancı sermaye doğal olarak gelmekten korkuyor.
Peki İYİ PARTİ ne yapıyor; genel kanaati tüm HDP milletvekillerinin PKK ile öyle veya böyle bir şekilde irtibatlarının olduğu şeklinde olsa da; yine de bunun tespitinin hukuki yollarla yapılmış olmasının devlet ciddiyeti gereği olması gerektiği gibi o devleti yönetmeye talip bir partinin de bu hassasiyeti göstermesi gerektiğine inanıyor. Oysa cumhur ittifakı ne diyor; hüküm belli, bizim istediğimiz şekilde olacak. Oysa, hissemize düşen ekmek biraz sonra bize verileceğini bile bile sabırsızlık gösterip çalarak niçin hakkımıza düşenin hırsızı olalım ki. AİHM'in Demirtaş hakkında ülkemize verdiği yaptırırım kararı da; aynen ülkemizde böyle saçma sapan yürütülen hukuki süreç nedeniyle başımıza musallat edilmiştir.
İYİ PARTİ hukuk çizgisinden sapmadan siyasi mücadelesini örnek olacak şekilde sürdürüyor. Bunun içindir ki; iradeleri garp edilmiş kişi veya kurum olmayı değil, aklı ve ona bağlı özgür iradeyi esas alarak fezlekeleri tek tek incelenerek hüküm vereceklerini açıkladılar.
İYİ PARTİ yapısındaki Türk milliyetçilerinin ağırlığının suiistimal edilerek, onların duygularına nokta atışı yapılarak tahrik etme metoduyla partide iç kargaşa yaratma düşüncesinin olduğu başta Meral Hanım olmak üzere herkes tarafından biliniyor. Nokta atışı ne; "HDP, PKK ilişkisi, terör bağlantısı belli iken hükmünüz niçin belli değil". Oysa belli; aşağı yukarı tüm HDP milletvekilleri PKK ile irtibatli ancak bu tespitin meşru olması için de meşru olan hukuki sürecin de tamamlanması gerekir. Meclise gelen fezlekelerin incelenmesi değil, incelenmemesi baş ağrıtır. Bizim memlekette bir söz vardır "Ağrımayan başa çaput sarılmaz". Ancak burada hesabı yapılmayan bir husus var o da; İYİ PARTİ bünyesindeki Türk milliyetçilerinin "Özgür düşünceli ve demokrat oluşları" dır. Ne demek; algıların peşinden sürüklenmezler, iradelerini lidere ipotek ettirmezler, özgüven sahibidirler.
Dolayısıyla önce fiili durum yaratıp sonra da ona hukuki kılıf giydirmeyi alışkanlık haline getirmiş olan cumhur ittifakının kendi aklınca verdiği hükme değil, düşünen aklın hükümlerinden oluşan hukuk kurallarının dediğini yapmak İYİ PARTİ'nin ilkesellik adına tuttuğu yol ve yöntemdir. Meral Hanım için duygusallık elbette önemli ama fark edebildiğimiz kadarıyla siyaseti hukuk kuralları içinde meşru çizgide ve aklın öncülüğünde mümkün olduğunca somut gerçekler üzerinden yapıyor.
Mehmet Soral
soralmehmet@gmail.com

2 Mart 2021 Salı

DEMİRTAŞ HDP VE FEZLEKELER

HDP milletvekillerinin dokunulmazlıklarının kaldırılması ve partilerinin kapatılması meselesi.
Ne gariptir ki; HDP üzerinde tepinerek sürekli toz kaldıran AKP'nin parti kapatmanın çözüm olmadığı söylemini gerek Ömer Çelik gerekse Numan Kurtulmuş'un ifadelerinden duyduk, dinledik.
Şahsen hiç de garip bulmadım, zira AKP'ye, üzerinde tepinerek toz kaldırıp diğer partileri de çıkan tozda boğmak için bir enstrüman lazım, o da HDP dir. Bu nedenledir ki; cumhur ittifakı olarak İYİ PARTİ'nin HDP milletvekillerinin dokunulmazlıklarının kaldırılması için meclis gündemine gelecek fezleke oylamasında takınacakları tavırı çok yakından takip ederlerken aynı zamanda suiistimal edebilecekleri bir görüntü yakalamak için de sabırsızlıkla beklemekteler.
Benim kişisel tavsiyem; İYİ PARTİ, AKP veya cumhur ittifakının HDP milletvekilleri üzerinden yaratacağı algı operasyonunun şerrinden kaçma kaygısı ile kesinlikle ilkesellikten vaz geçmemeli, aksine fezlekeleri tek tek inceleyerek masum olanlara hayır, suçlu olduklarına inandıklarına da evet diyerek tercihlerini yüreklice ortaya koymalıdırlar. Velev ki; HDP'li bir vekil hakkında, cumhurbaşkanına hakaretten tezkere olsa; "Hakaret" veya eleştiri cumhurbaşkanına değil aşağı yukarı AK PARTİ genel başkanına olduğunu hepimiz tahmin edebiliriz. Bu konumdaki bir HDP veya bir başka siyasi parti milletvekilinin dokunulmazlığı niçin kaldırılsın ki. Siyasetin doğası gereği eleştiri velev ki ağır bile olsa meşrudur.
HDP'nin kurumsal olarak kapatılması için her türlü gerekçe varken; sadece ve sadece Cumhur ittifakının HDP'yi elinde sopa yapıp siyasi konjonktürü kendi lehlerine göre dizayn etme, diğer partileri hizaya sokma kurgusundan mütevellit CHP ve İYİ PARTİ milletvekillerinin fezlekeleri hakkında ne şekilde el kaldırıp indireceklerini takip etme düşüncesinin olduğunun herkes farkında.
"Kürt seçmen" gibi ayrıştırıcı bir ifadeyi siyasi literatürümüze sokanlar Türk milletinin birlik ve bütünlüğüne büyük bir kötülük etmişlerdir. "Kürt seçmen" ayırımı yapıldığı sürece bunun her daim HDP gibi siyasi kurumsal bir karşılığı olacaktır. Çünkü "Kürt seçmen" ayrımı aynı zamanda seçmen profilinde ayrı bir pasta dilimi gibi her daim vitrinde var olacaktır. Dolaysıyla, tüm HDP milletvekillerinin dokunulmazlıklarının kaldırılarak yargılanıp vekilliklerinin düşürülmesi veya HDP'nin doğrudan kapatılması ile murad edilen sonuç hiç bir zaman elde edilemeyecektir.
Kesin çözüm; hiç bir siyasi parti "Kürt seçmen" ifadesini kullanma ihtiyacı duymadan bölge halkından oy talep ederken aynı anda halkın da kendilerinin böyle ayrıştırıcı şekilde tanımlanmalarından rahatsız oldukları bir konjonktürün oluşması lazım. Siyaset kurumu, bölge insanının "Ne münasebet, biz bu ülkenin eşit haklara sahip vatandaşlarıyız. "Millet tanımı" bizi de kapsadığı halde niçin üzerimize ayrı bir kimlik tanımlaması yapılıyor" gibi ortak milli paydaya ait olma duygusunun sorgulamasının tehdidini hissetmelidir.
Ancak "Kürt seçmen" ayrımının müsebbibi siyaset kurumu olunca anlaşılan o ki; önlemini alıp düzeltmesini yapacak olan da yine siyaset kurumudur. İYİ PARTİ ve Meral Hanım bu anlamada siyasi bir mantalite geliştirmek istiyor. Bölge insanının oylarının kendi ittifaklarında konsolide olmayacağına kani olan cumhur ittifakı tekrar ediyorum, HDP üzerinde tepinerek çıkardığı tozla "Bölge sorununa" ilişkin inisiyatif ortaya koyma düşüncesini boğup, etkisiz hale getirirken teveccühün diğer partilere yönelmesine mani olmak istiyor. Bunun için HDP'yi siyasetin merkezine koyup onun üzerinden kurguladıkları oyunları Türk milletine izletmeye devam ediyorlar.

28 Şubat darbesi ve aklıma gelenler

"28 Şubat sürecinde İstanbul Büyük Şehir Belediye başkanıyken görevden el çektirildim, hapse atıldım, siyasi yasaklı hale getirildim"
derken bu cümlenin devamı olarak...
"Ancak CHP'nin, daha sonra da hep yaptığı üzere; demokrasimize ve demokratik haklara sahip çıkma amaçlı, siyasi yasağımın kalkması için ortaya koyduğu öncü tavır ile bugünlere kadar gelen bir süreç başlamış oldu. Bu anlamda CHP'ye müteşekkirim"
deme erdemini göstermek hem CHP'nin bekleyip hak ettiği jest, hem de ahde vefa gereği değil midir. Ancak ve ne yazık ki; her vesile ile "CEHAPE" diye diye CHP'yi geriye dönük cumhuriyet tarihinde yaşanmış tüm kötülüklerin müsebbibi görürken, hiç mi aklınıza gelmez; hapis hayatınız ve siyasi yasağınız.
Bu vefayı, bırakalım CHP'ye göstermeyi kendi seçmeninize bile göstermemiş olmalısınız ki; o seçmen ki İstanbul belediye başkanlığı seçimlerinde vermiş olduğu kararını siz beğenmeyip yenilenmesini YSK'ya dayatınca 800 bin oy farkı ile önemsemediğiniz gücünü size gösterdi.

28 Şubat'ın müsebbibi olanlara cart yaptınız curt yaptınız, ya 27 Nisan e-muhtırasının müsebbibi olana ne yaptınız; "Allah senden razı olsun Büyükanıt Paşam" dediniz geçtiniz.
Bunu ona söylediniz ama gizli kalması için de Dolmabahçe Sarayı'nda "Mezara kadar" deyip saklanması için sözleştiniz.
Gözlerimizin kör kulaklarımızın da sağır olduğunu düşünmek gibi bir tercih işinize gelebilir ama zamanın akışını takip ettiğimizde "27 Nisan e-muhtırasına niçin soruşturma açılmadı" sorusunun sorulamayacağını hangi aklınızla, irfanınızla ve vicdanınızla düşündünüz veya nasıl izah edebilirisiniz.
Evet, emekli bir asker olan Başbuğ Paşa'nın 15 Temmuz'a ilişkin yazdığı kitabındaki bir cümlesinde darbe çağrısı yaptığından hareketle tüm o dönem AKP milletvekillerinin Başbuğ Paşa'dan davacı olmasını isterken, bizatihi devrin Genel Kurmay Başkanı tarafından verilen 27 nisan e-muhtırasını için niçin soruşturma yoluna gitmediniz.

''27 Nisan e-muhtırası''nın üzerine niçin gidilmedi

İlker Başbuğ paşa daha ne yapacaktı Allah aşkına. Fetö'nün siyasi ayağının deşifresi için şifrenin saklandığı kasanın anahtarını bu konuşmasında olduğu gibi muhalefetin eline veriyor ama muhalefet bir türlü kasayı açmayı beceremedi.
CHP ve İYİ PARTİ her ne kadar denemişlerse de şahsen umduğum ısrarı gösterip, devamını getiremediler. MHP ise (Daha doğrusu kurumsal iradesi gasp edilmiş MHP) fetö konusunda belki de en temiz ve masum parti olmasına rağmen AKP'nin tüm günahlarının vebalini peşin satın aldığı için kayıtsız şartsız onun yanında olmaya devam etmeyi yeğliyor.
AKP kendi gerçeği ile yüzleşmekten korkuyor, onları anlayabiliyoruz, ya muhalefet; ya çok beceriksizler veya kasa açılınca kendilerinin de dahil oldukları bir ayıpla karşılaşabileceklerinden korkuyorlar.
Bu konuşma sonrası alıyoruz ki; fetö soruşturmaları için milad 17/25 Aralık değil, 2009 yılında milli savunma bakanı, bakanlar kurlu ve genel kurmay başkanından habersiz olarak altında üç beş, her neyse AKP'li milletvekilinin imzası ile "Askerlerin her durumda, sivillerin de askeri mahalde işledikleri suçlardan dolayı sivil mahkemelerde yargılanması" yasa teklifini gece yarısı torba yasa içinde anayasaya aykırı olmasına rağmen verilmiş olması ve sonra da yasallaşması dır.
AKP, trol ordusunu etrafa salarak, yarattığı konjonktür sayesinde bu kadar somut gerçeği konuşturtmadı. Muhalif basın ve benim gibi bireyler ise hukukun tarafsızlığına inanmadığımız için başımıza ne geleceği belli olmadığı için bizler de ısrarcı olamadık. Anayasa Mahkemesinin bağlayıcı kararını takmayan cari bir yargı sisteminin hüküm sürdüğü bir ülkede hangi baba yiğit otoriteye karşı hak arayışına çıkabilir ki.
Partilerin kurumsal kimliği biz vatandaşlardan daha avantajlı olup, Başbuğ Paşa'nın hala cevabı alınamamış bu sorusunun takipçisi olabilirler, hatta asli görevleridir.

Dört duvar arasında dahi ülkücü kalabilmek

Ülkücü olmak sadece bir kişiden veya kurumdan yana olmak değil, vicdanınla tek başına ve dört duvar arasında kalsan dahi adam kalabilmektir.
"Ülkücü akademisyen" bir kardeşimiz milletvekili "Özlem Hatun"na hakaret içeren twit'leri çok ayıplayıp kendisine büyük haksızlık yapıldığını söyledi.
Eğer bu ülkücü bilinen akademisyen dört duvar arasında tek başına dahi ülkücü kalabilen birisi olsaydı sözünün devamında "Ancak Özlem Hanımın da üzerinde çıplak arama yapılan hemcinsi birisi için kullanmış olduğu aşağılayıcı ifadeleri de kabul etmek mümkün değil" diyebilmeliydi.
Bir diğer "Ülkücü avukat" ise "Partili cumhurbaşkanlığı sisteminde kuvvetler ayrımı tam ve kamil anlamda vardır, uygulanmaktadır" dileyebilmiştir.
Artık akademisyenlerin bir kısmı kariyer planlamalarını böyle yapıyorlar; ilgili mercilere dolaylı yollardan mesaj gönderme şeklinde. "Yerimi sağlamlaştırın, mümkünse daha yukarılara taşıyın ki; ben de size hizmet edeyim" mesajı.
"Özgür düşünceli demokrat Türk milliyetçisi" birisi olarak benim yanında yer alacaklarım elbette otorite ve baskıya sırtlarını dönebilen Boğaziçi üniversitesi akademisyenleri olacaktır. Otoriteye şirin gözükme gayretindeki, Türk milliyetçiliği adına dahi olsa hiç bir kişi veya kurumun yanında olmam elbette mümkün değildir".
Ancak şunu da memnuniyetle müşahede ediyorum ki; Türk milliyetçiliği, tek adam otoritesine karşı olanların inisiyatifinde etkin, yetkin ve yönlendirici konumundadır.

Eleştirilerimiz devletimize değil AKP'leşmiş devlete dir.

Eleştirilerimiz elbette Türkiye Cumhuriyeti Devleti'ne değil AKP'leşmiş devlete dir. Bizlerin sana olan tepkimizi kutsiyet atfettiğimiz devletimize itaatsizlik şeklinde gösterme kurnazlığınız olsa olsa yine bizim kutsal bildiğimiz o zihinlerdeki "Devlet" kavramının arkasına sığınmaktır. Bunu, ittifakınızın azatlık kabul etmeyen iflah olmaz biatcı kölelerinize belki inandırabilirsiniz ama bizlere asla.
Bizim devletimiz AKPNİSTAN değil, T.C Devleti dir. O devlet ki; cumhuriyet tarihi boyunca hiç bir zaman kendisine silah doğrultmuş, vatandaşının canını almış hain olduğunu bildiği bir yapıyı, çeteyi veya örgütü muhatap alıp sarayında ağırlayıp sözleşme, anlaşma veya antlaşma yaparak savaştığı bir yapıya statü kazandırmamıştır. Kim bu örgüt; PKK
Yine hiç bir zaman T.C Devleti'ni yönetme konumuna gelmiş kişi veya partiler illegal hain yapıların yardımına baş vurup, onlarla işbirliği yaparak yönetime gelip başta Türk Ordusu olmak üzere en değerli kişi ve kurumlarına kumpas kurmamışlardır. Kim bu örgüt; Fetö
Evet hain yapılarla(Fetö) iş birliği sizi iktidara taşıyıp muktedir etmiş olsa da ve sizler her ne kadar T.C Devleti'nin kendi imkanlarını kullanarak onu adeta AKPNİSTAN'a dönüştürmüş olsanız da şunu bilin ki; döneminiz Türk milletinin dini taassubundan mütevellit, hesabını yapmadan evine aldığı misafirin hainliği şeklinde tarihinde yerini alacak ama sizi asla affetmeyecek. Nasıl mı; son İstanbul Büyük Şehir Belediye Başkanlığı seçiminde olduğu gibi büyük bir haz duygusu ile sandığa gömerek.
Sıfır noktadaki PKK terörü ile teslim aldığınız ülkeyi bölge halkının oyuna talip olmak için bölgenin fakirlik sorununun adını "Kürt sorunu"na çevirip, sindirilmiş PKK'ya böylece can suyu verip suiistimaline açık alan yaratarak tekrar aktif hale gelmesine vesile oldunuz. Devlete ve millete bu kötülüğü niçin yaptınız. Yine işbirliği yapıp sayesinde muktedir olduğunuz ve devlet yönetimini paylaşıp muhatap kabul ettiğiniz hain fetö terör örgütü 15 Temmuz ihanetini yaptı. Onları bu cüretkarlığa iten sizin onlara sağladığınız imkanlar değil miydi.
Şimdi size soruyorum; bu iki hain örgütle şu veya bu şekilde yöneten konumundayken yaptığınız işbirliği ile Türk milleti ve devletine yaşatılan kötülüklerin müsebbibi olan sizler, şahidi olan bizlere Türkiye Cumhuriyeti Devleti'ne sadakatimizi hangi cüretle sorgulayabilirsiniz. Hainlik üzerine birimlendirilmiş kalibreniz ile devletimize ve milletimize sadakatimizi ölçmeye nasıl cüret edebilirsiniz.

Acımızı sorgulamamıza kalkan olmanıza müsaade etmeyeceğiz.
%90 oranında hükmettiğiniz basın ve medya yoluyla iradelerini kendinize sorgusuz sualsiz amade kılıp, biat ettirerek etrafa saldığınız trol ordunuz ile sesimizi susturmanıza müsaade etmeyeceğiz. AKP'leştirdiğiniz devletin algı mühendislerine dizayn ettirdiğiniz algı operasyonlarına değil aklımıza ve zekamıza itibar edeceğiz. Çünkü üç beş ahmak algı mühendisinize hazırlattığınız "Kabataş yalanı"nız aklımızda mıh gibi çakılı duruyor.
PKK terör örgütü veya onun Apo denen katil başı ile açılım saçılım ve her türlü saray muhabbetinize karşı çıktık ancak
madem ki 13 oy için (Gerçi alamadınız çakıldınız) Apo'yu devreye sokmayı göze aldınız da niçin 13 evladımız için aynı şeyi yapmayı düşünmediniz.
Hep diyorum ya; AKP için kutsal olan "Can" değil "Siyasi güç"tür. Dolaysıyla, kendi itikatlarına göre hareket etmişler, seçimde siyasi güç devşirmek için Apo'ya ısmarlama mektup yazdırmışlardır, yadırgamadım. Bugün seçim olsaydı belki de Kandil'de Karayılan'ı bulup ona da ısmarlama mektup yazdıracaklardı.

16 şehidimizi ülkenin değişik kesimlerinde yüce Mevla'nın cennetine tek tek uğurlarken; içlerinden birisinin dahi cenazesine katılabilme yürekliliğini gösterememenin arkasında onların şehadetlerinin müsebbibi olma duygusu olabilir mi. Bence öyle olduğunu bugün kendi eşrafından birisinin cenazesine iştiraki ile göstermiş oldu.
Yine tekrarlıyorum; bunlar için kutsal olan "Siyasal güç"tür. Bugünkü cenazede bulunma nedeni ahde vefadan öte siyasi gücün aktığı pınarı kurutmamaya matuf siyasi bir çalışmadır.
Öyle ya; bugünkü cenaze törenine katılma gerekçesi velev ki ahde vefa ise en azından 16 şehitten bir tanesinin olsun cenazesine katılmamasının adını ne koymak lazım.

13 şehidimiz ''Esir''miydiler ''Rehin''miydiler

"Esir" ile "Rehin" kavramları arasındaki farkın ne olduğunu bilmeyen ukala kadın.
Kendisine her iki kavram arasındaki fark hatırlatıldığında "Bunlar fasa fiso şeyler" mealinde, şaşkın ördek misali verecek cevabı olmayınca kıçı ile suya dalmaya çalıştı.
Bak ahmak; "Esir" kavramı savaş terminolojisinde geçen bir kavram olup savaşan taraflara hukuki sorumluluklar yükler. Yani senin hesabını kitabını yapmadan veya anlamına vakıf olmadan "PKK'nın elinde esir tuttuğu askerler" şeklinde bir cümle kullandığınız zaman PKK'ya kurumsal bir statü kazandırarak kendisini legal hale getirmiş oluyorsun farkında değilsin. Türkiye PKK ile savaşmıyor, sebep olduğu terör faaliyetleri nedeniyle etkisiz hale getirerek tasfiye etme mücadelesini veriyor.

Devletimiz 13 insanımızı PKK'nın infaz ettiğini açıklıyor, ABD ise "Doğruluğunu teyit edersek kınayacağız" mealinde bir açıklama yapıyor.
Bu ne demek; "Biz Türkiye'nin yaşanan olay ve durumlarla ilgi paylaştığı bilgilen doğruluğuna teyit etmeden güvenmiyoruz" demektir.
Peki ABD'yi ülkemizi bu aşağılayıcı tavra sokan nedir; kendi anayasamızda tanımlanmış olan anayasa mahkemesi kararlarının üst mahkeme kararı olup, bağlayıcı olmasına rağmen siyasi saiklerle gereğinin yapılmamasının gözlemlenmiş olmasıdır. Yani ciddi bir devlet görüntüsü değil keyfi bir devlet görüntüsü sergilenmesi...
Daha başka; AB mü


ktesebatı gereği altına imza attığımız sözleşmelere binaen AİHM'nin ülkemiz hakkında vermiş olduğu kararlara uymayarak, imzamıza sadakat göstermeyen ülke konumuna düşürürülmemiz...
Ve; siyasi rant için toplum sosyolojisini kundaklamaya matuf meşhur "Kabataş yalanı" ve "Camide içki içildi" ithamı. Neydi o yalanlar; "Kabataş semtinde kırmızı ışıkta çocuk arabası ile karşıdan karşıya geçmekte olan başörtülü bir kadına, kucağında bebeği olduğu halde üstleri çıplak, alt tarafı deri pantolonlu yetmiş erkek tekmeleyip üzerine işemişlerdi. Yine aynı gün aynı semtte gezi eylemlerinden gelen bir grup protestocu genç camiye girerek içki içmişlerdi. Ancak söz konusu camiinin imamı bu iftirayı kabul etmeyerek "Ben din adamıyım yalan söylemem" deyince sürgün yiyip, istifa etmişti. Yani ciddi bir devleti yöneten irade, halkının bir kısmını diğer bir kısmına karşı kışkırtmak için yalan haber üretemez.
ABD, ülkemizde yaşanan süreçleri, sosyal vakaları bizim yandaş medya üzerinden değil kendi bizatihi görevlendirdiği istihbarat ağından faydalanarak okuyup değerlendiriyor, yani her yönümüzle gözetim altındayız.
Diğer bir husus vatandaşlar olarak "Halk Bankası yolsuzluğu"nu bizlere dayatılan resmi görüş üzerinden okuyup değerlendiriyoruz. Peki ABD bunu nasıl okuyup değerlendiriyor, bundan haberimiz var mı, yok. Mesela ABD şöyle düşünüyor olamaz mı; "Yahu Zarraf bile tek tek anlattı ama onlar hala olup bitenlerin fetö kumpası olduğunu anlatıyorlar"
Yine bir diğer husus; ABD çok iyi biliyor ki; zamanın "Cemaati"ni AKP ile BOP projesinde bir araya getirdi. Siyaseten iktidar olan AKP cumhuriyet değer ve kazanımlarının mukavemeti ile karşılaşınca muktedir olmak için arkasında ABD'nin olduğu "Cemaat/fetö"nün devletteki paralel yapılanması devreye sokularak mukavemet gösteren milli kişi ve kurumlar Ergenekon ve Balyoz süreçleri ile tasfiye edildiler. Bu süreçlerin mimarı ve aynı zamanda takipçisi olan ABD, daha sonraki süreçlerinde hiç şüphesiz takipçisi ve gözlemcisi olmuştur. Dolaysıyla, bizim millet olarak resmi dayatmalarla gerçek diye kabullendirildiğimiz şeylerin dışarıdan da aynı şekilde okunup kabul gördüğünü sanmıyorum.
ABD'nin 13 vatan evladımızın PKK tarafından infaz edilişine ilişkin başka yerlerden teyit alma ihtiyacının temelinde belki de BOP eş başkanlığı görevlendirmesinde gizlenmiş bir sır olabilir mi.

Prof. Dr. Doğan Cüceloğlu'nun vefatı çok üzgünüm

Bu kadar kutuplaşmış bir ülkede her kesimin değerli gördüğü sevgi duyduğu bir insan olmak belki de öbür tarafa taşınabilen en güzel hazine olsa gerek.
Ağzından çıkan her cümle; duyan kulaklardan önce zihinlere sonra ruhlara üflenmiş serinlik veren yel gibiydi.
Ve bu kadar rahatlamış ruh hali ile hikayesini anlattığı çocukluğu, gençliği, aile hayatı ve bilim adamlığını her dinlediğimde gözlerim nemlendi hatta ağladım. Çünkü onun hikayesi kendisini güçsüz gören, özgüven eksikliği yaşayan her dinleyene güç ve moral veriyordu.
Velhasıl kelam; yazmış olduğu kitaplarının, kayıt altına alınmış konuşmalarının ve videolarının her biri, sıkıntı ve moral bozukluğu için derinden içimize çektiğimiz bir nefes gibi ferahlatıcı ve rahatlatıcı olduğunu okuyarak ve dinleyerek anladım.
Prof. Dr. Mümtaz Turhan'ın tesiri ve yönlendirmesi ile Türk milletine kazandırdığı, mesleğinde duayen olmuş değerli bilim adamı Prof. Dr. Doğan Cüceloğlu'nun vefatını büyük bir üzüntü ile öğrendim. Türk milletinin başı sağ olsun, Allah rahmet eylesin mekanı cennet olsun, seven ve yakınlarına sabırlar diliyorum.
Mehmet Soral
soralmehmet@gmail.com

ZEYTİN

 ZEYTİN

Bir diş, bir lokma

Bir diş, ikinci lokma
Bir diş daha, son lokma.
Sofrada kalan üç çekirdek
Anne ben doydum,
İstemem daha
Mehmet Soral
19.9.2013
Okur yazar dahi olmayan anam Azerbaycan şairlerinden rahmetli Vahafzade'nin de bir dizesinde dediği gibi "Kitap kitap sözlerimin müellifi menim anam" dır diyebilirim. Benim en yakın dert ortağım, psikoloğumdu. Özgüvenimi bana ilk kazandıran o oldu. Güçlü yanlarımı sürekli hatırlatarak bana engelimi unutturdu.
Yedi evlat sahibi olmasına rağmen o gene de "Allah'ım beni elden ayaktan düşürme ki; çocuklarıma yük olmayayım" diyerek gönlünden geçtiği şekilde Mevla'sına kavuştu.
Benim en değerlim, sevgim, anam; şimdi soframızda zeytinimiz bol ama başımızda sen yoksun. O kahrolası fakirliğimize inat bugün kavanoz dolusu zeytini hem de bütün bütün ve de ekmeksiz yedim. Bir kaç çekirdeği de intikam hırsı ile yuttum anne. Yüreğini ferah tut her şey yolunda, artık istediğimiz kadar zeytinimiz var.
Ruhun şad mekanın cennet olsun benim en en değerlim.
Mehmet Soral
soralmehmet@gmail.com