22 Ekim 2013 Salı

OĞLUMUN HAKKINI VERMEM SANA SURİYE'Lİ

Bu hükumetin yaptığı olsa olsa baba parasıyla hovardalık yapmaktır. Mazlum ve mağdurun yanında olmak Türk milletinin şanındandır. Ancak verdiğin savaşın haklı bir savaş olduğuna inanıyorsan ve bu savaş senin ölüm, kalım savaşınsa; ülkenden kaçmayacaksın. Savaşı ganimet bilip, Türkiye de bedava okuyabilmenin fırsatı olarak görüp benim topraklarıma sığınmayacaksın. Sana tanınan iltiması; bu ülkenin vergi ödeyen bir vatandaşı olarak helal etmem, sana da sana bu fırsatı tanıyanlara da. Ey fırsat düşkünü bezirgan. Ey kaçak oğlu kaçak; sen bilir misin bizim ''ey onbeşli, onbeşli...'' türkümüzü. Arap tarihinde bulamıyorsan Türk tarihini oku ve o yürek yakan türkümüzde geçen ''onbeşliler'' neler yapmışlar, ülkesinin ve milletinin bağımsızlığı, hürriyeti için. Onbeş yaşında ölmeye gittiler, hem de okullarını bırakarak. Sen bilirmisin; İstanbul Üniversitesi Tıp fakültesi öğrencilerinin hepsinin Çanakkale'ye gidip, şehit olduklarını? Yaşlı anan, baban, bacın velhasıl yetimleriniz ve çocuklarınız buyursunlar gelsinler, hepinizi bağrımıza basalım ama üniversiteyi okuyacak yaşta olan sen... sen niçin geliyorsun? Sende inanmıyorsun değil mi bu savaşın ''hak'' savaşı olduğuna. Sanırım bizim ülkemizde bizi kandıranlar, seni de kandırmışlar. Elini kolunu sallaya sallaya girdiğin ülkemin üniversitelerine benim oğlum girmek için üç sene mücadele verdi, maddeten ve manen. Kusura bakma seni de bu iltiması sana tanıyanları da ülkemin nimetlerinden faydalanmaktan men ederim. Akıllı olacaksınız, akıllı... kardeş kardeşi boğazlayacaksınız, sebep olduğunuz mağduriyetin bedelini; benim evladım üniversitede okumaktan senin için feragat ederek ödeyecek öyle mi? Kusura bakma Suriyeli delikanlı; bu savaş ''hak'' savaş değil, sana tanınan iltimas da hak değil.

Mehmet Soral
soralmehmet@hotmail.com
21.10.2013

NİCE KAHRAMANLAR YARATTIK; OY İÇİN...

Pilotlarımız kurtuldular, Allah selamet versin.
Ebette ki çeken bilir. Kendileri ve aile fertleri için empati yaptığımda tüylerim diken diken oluyor.
Bu aslında, T.C. Devleti olarak gereksiz yere edindiğimiz düşmanlığın bir diyeti, bedeliydi. Bu bedel karşılığı ne verildi, onu hiç bir zaman öğrenemeyeceğiz ancak bir gün İsrail gizli servisi bununla ilgili açıklama yaparsa, biz de öğrenmiş olacağız.
Bu konuda benim esas dikkatimi çeken; bütün olup bitenlerin müsebbibi olan ve yürüyüşüne meftun olunan kişinin, savaşı kazanmış komutan edasıyla pilotları karşılamaya gitmesidir. Her olup, bitenden sonra sürekli siyasi rant hesabı yapılıyor ve her türlü süreç ona göre dizayn ediliyor. Bence büyük devletlerin yöneticileri bunu yapmazdı; yaparsalar da zafiyetten öte başka bir mana taşımazdı. Duygusal manada güzel bir görüntü ama siyasi manada kesinlikle bir zafiyettir. Evet, birileri başbakan tarafından hava alanında karşılanmayı hak etmişlerdi, kırk bin kişinin katli, malumu getirdiklerinde ancak onlara böyle bir muamele yapılmadığı gibi, 18 yıl da hapse mahkum edildiler.
En güzel karşılama şekli; pilotların evlerinde ziyaret edilmeleriydi, gizlice.

Daha önceki yazılarımda da değindiğim gibi Sayın başbakan ''Türkiye ortalama algısı''nı yönetmeyi ve buradan siyasi getirim elde etmeyi çok iyi biliyor ve her fırsatı da bu manada değerlendirmeye çalışıyor. Mesela, pilotların ''senin yanlış politikalarının bedelini biz ödedik, Sayın başbakan'' sorgulaması ile karşılaşma ihtimalini göz önünde bulundurmuyor. Çünkü o inanıyor ki, ''ortalama Türkiye algısı'' böyle bir sorgulama yapmaz. ''Türkiye ortalama algısı'' olayın başı neydi de sonu böyle oldu sorgulamasını yapmaz. Olayın başında ham hayal, hezimet, zafiyet var sonunda da zafer var(!) Bu malum ''algı''nın umurunda bile değil olayın başı neydi? Hatırlamaz bile, hatırlatacak olsan; ''onu da nereden çıkarıyorsun canım!'' suçlaması ile karşılaşırsın.
Klasik üçüncü dünya ülkelerini yönetebilme siyasetinin malzemeleridir bütün bu karşılama gösterileri.
Daha nice kahramanlar yaratacağız; onları öpeceğiz usulünce, sarılacağız doyasıya boyunlarına...
İşte bu nedenle;
''Türkiye ortalama algı düzeyi’’ni tanıyıp, ona göre siyasi mücadele yöntemleri belirleyip, uygulamadığın sürece kim anlar senin ''Suriye tezkeresi''ne niçin evet dediğini, Sayın Bahçeli.
Mehmet Soral
soralmehmet@hotmail.com
20.10.2013

BAHÇEMİZDE ''SARIGÜL'' YETİŞECEK Mİ?



Ünlü anket firması Estima’nın Yönetim Kurulu Başkanı Bülent Tanla "İktidarın yolu İstanbul’u almaktan geçer... Sarıgül, CHP adayı olursa Topbaş’a 5 puan fark atar" demiş.
....
Değerli dostlar;
Bülent Tanla doğru söylüyor. ABD, Türkiye üzerine kurguladığı demokrasi ve iktidarı için bu adama lavoba taşını yerine koyma taşeronluğunu vermiş, aynen AKP hükumetinde olduğu gibi. Hem sosyal demokrat olduğunu söyleyeceksin, hem de bir gün olsun tıpkı Sarıgül gibi hükumeti eleştirecek bir sözün olmayacak. Söylemiş olduğu ''doğru'' aslında Sarıgül’e inanmış olmaktan öte O’nun seçilmiş olduğunu biliyor olmasıdır.

Özellikle CHP'li dostlar, lütfen Sarıgül senaryolarına kesinlikle fırsat vermeyiniz. Tekrar tekrar hatırlatıyorum ki, Sarıgül Tayyip Erdoğan'ın sol versiyonudur. Daha doğrusu Sarıgül; ABD'nin Türkiye de ki iktidarının devamını sağlama ve bunu hangi liderle yapabileceği konusundaki toplum mühendisliğinin ortaya çıkardığı bir isimdir. Sol jargonu kullanıyor olması, sol değerlere sahip çıktığı manasına gelmediğini; işbirliği içinde olduğu ‘’cemaat muhabbeti''n den anlıyoruz.

Kanaatim odur ki, ABD; Tayyib Erdoğan sonrası, Türkiye üzerindeki otoritesinin devamını sağlamak için bu sefer sadece dini ve muhafazakar argümanları kullanmayacak. Bu değerlerin içlerinin boşaltıldığını ve yıpratıldığını düşünüyor. Yıpratılan değerlerin yarattığı tahribatın kaybettireceği oyları, Sarıgül’ün şahsında sosyal demokrat oylarla ikame etmek istiyor.
Şunu kabul etmeliyiz ki, bir davaya inanmışların veya bir sistem ve ekonomik görüşü benimsemişliğin birlikteliği ve onların arkasındaki halk desteği iktidarları belirlemektedir. Bu ancak demokrasi ile yönetilen ülkelerde, demokratik usullerle oluyor. Sizce Türkiye de bu manada demokrasi var mı? Dolayısıyla; dışarıdan daha doğrusu ABD tarafından dizayn edilen ve uygulamaya konulan projelerle ilk önce ‘’şahıs’’ belirleniyor, sonra bu şahıs üzerine Türkiye’nin konjonktürel şartlarına uygun yeni bir ''gömlek'' giydirilerek milletin karşısına çıkartılıyor. Bu manada Türkiye de bunun ana taşıyıcıları (arada kırık dökükler olsa da) Menderes, Demirel, Özal ve Erdoğan olmuşlardır. Yıllar önce görevi kendisine tevdi edilen Sarıgül bugünler de aktif hale getirilmek istenmektedir.
Kısaca proje şu;
Sarıgül şahsında sosyal demokrat oylar, Cemaat destekli ve Tayip Erdoğan’sız, gücünü kaybetmiş, belki de tabela partisi konumuna düşecek olan AKP’nin siyasi arenada bırakacağı siyasi konjonktür Sarıgül liderliğinde yeni bir iktidarı getirecektir. Sanırım süreç buraya doğru gidiyor.

Peki niçin bu kanata vardım;
Hatırlayalım lütfen, Sarıgül’ün malum hareketinin faaliyetleri ve siyasallaşması Sarıgül ABD’ye gidip döndükten sonra durduruldu çünkü AKP ile ilgili kapatma davası açılmıştı ve sonucu bekleniyordu. AKP para cezası ile cezalandırıldı ve kapatılmadı. Dolayısıyla ABD tarafından steple durumunda bekletilen Sarıgül hareketinin siyasallaştırılmasına gerek kalmadı ve bu nedenle de faaliyetleri dondurulmuştu ama dikkatinizi çekerim, vazgeçilmemişti.

Bugün geldiğimiz nokta itibariyle ABD tekrar Sarıgül senaryosunu gündeme getirdi.
AKP’nin, tüzüğünden kaynaklanan nedenlerden dolayı(dördüncü deva milletvekili seçilememe) aşağı yukarı akıbeti belli oldu. Bunu kestirmek o kadar da zor değil. Anavatan Partisi diye bir örnek var önümüzde. ‘’Abdullah Gül, Tayip Erdoğan anlaşacaklar’’ hikayelerine de hiç inanmıyor, bunu telefuz edenlere de güvenmiyorum. Siyasette ''Sadakat'' o kadar çok önemli olsaydı Erbakan Hoca’nın siyasi akıbeti bildiğimiz gibi olmazdı.

Sonuç olarak, Sarıgül; ABD tarafından seçilmiş olup, CHP üzerinden ''sırıkla aşırtılarak'' yine tek adam rolü verilip Türkiye’yi yönetmek üzere getirilmek istenen adamdır. Diyeceksiniz ki CHP’siz de yapabilirler, haklısınız ama maliyeti yüksek olur. Kolay değil elbet; yeni bir isim bulacaksınız, onu cemaatle tanıştırıp, doku uyuşumu sağlayacaksınız, adına yeni bir siyasi söylem uyduracaksınız sonra onu kurumsallaştıracaksınız. Zaman darlığı da var üstelik. Bütün bunlar yeterince maliyet oluşturmaz mı? Umarız bugünkü CHP Sarıgül’e yol vermez. Tarih tekerrürden ibaretmiş. Deniz Baykal Erdoğan için siyasi yasakları konusunda ''çıksın siyasi arenaya, boyunu posunu görelim demişti'' hep beraber gördük; Baykal’ın iyimserliğinin Türkiye ye maliyetinin ne olduğunu. İnşallah CHP bundan yeterince ders almıştı.
Belki diyenler çıkabilir, ''Sarıgül İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı olacak canım, lidermiş, şuymuş buymuş, nereden çıkıyor Allah aşkına''
Evimizin bahçesindeki kargalar bu aralar çok gürültü çıkarıyorlar, gülme krizine girmişler anlaşılan.

CHP'yi Sarıgül'e yedirtmeyin lütfen.

not: 1980'li yıllarda cemaat evlerinde misafir olduğumuzda ''aramızda olup, siyasi kimlik ve düşüncesini öne çıkaran kimseyi istemiyoruz, bizim yolumuz Allah yolu dur'' diyen cemaati arıyorum, olanın da yanında olmaya hazırım. Siyaseten değil, imanen. Kin ve intikam hırsına bürünmüş, Allah yolunda olduğunu iddia eden dini bir cemaatin olacağını düşünemiyorum.

Mehmet Soral-16.10.2013
Soralmehmet@hotmail.com

11 Ekim 2013 Cuma

KRAL ''YAĞDAN'' ÖLECEK

Demokrasi ile yönetiliyor bu ülke, değil mi?
Şu anda, (11.10.2013)aşağı yukarı tüm kanallar canlı yayını kestiler, kralın konuşmasını veriyorlar.
Kurumlar hizaya geçmiş durumda; kendilerince tedbirlerini alıyor, riyakârlık zırhını giyiyor, ellerinde yağdanlık, sıraya geçmişler, kıralı yağlıyorlar habire.
Aman dikkat!!!… kral yağda boğulacak.

Korku nelere kadir Allah'ım. Korkuya dayalı istikrarın ömrünün kısa olacağını ve yaratılan korku dehlizlerinde korkutanın da, korkanın da beraber kaybolup gideceklerini ah bilebilseler. Ah bilebilseler tezeğin boktan; yakıldığında da ısıtmasının boktan’’ olduğunu.

Ey parayı, pulu, şanı şöhreti onurun üstünde gören ödlek; artık bir şekilde öğrenmelisin, onurun en büyük nimet, onun uğrunda çekilen ızdırabın da en büyük ibadet olduğunu. Dikkat et, bütün servetinin kaynağında; senden önce başkalarının vermiş oldukları ‘’onur savaşı’’ var. Bu savaşı verenlerin sağladığı ‘’taht’’ üzerine oturttuğun servetinin zekatını, onursuzluk yapanlara karşı vereceğin mücadele ile yerine getirmelisin. Tarih seni‘’serveti için onurunu değil, onuru için servetini harcadı’’ diye ansın.

Haydi bakalım, varmısınız?
Kral konuşurken;
TV’nizde kedi ile köpeğin sevişmesini vermeye, penguenler belgeselini izletmeye veya ilaç niyetine de olsa muhalefetten birisine söz hakkı vermeye.
Hazır ol,
Rahat,
Hazır ol,
Rahat,
Hazır, Olmuyorum ulan!!!
Rahat, durmuyorum ulan!!!
Demeye
Varmısınız?

Hikayenin geçtiği ülke: Zulumistan Ülkesi

Mehmet Soral
soralmehmet@hotmail.com

DEKOLTELİ KIZ

Zatı muhterem’in dekolteli gördüğü kız işten atılmış.
Bu adamlar, bu kadar ahlaki hassasiyete sahipseler, peki otel odalarında çekilmiş kasetleri olan, evimizde ''ar duygusun'ndan ailece izleyemediğimiz filmleri olan ve üstelik özel davetli olarak devletin en yüksek makamına çağrılıp, kendilerine bilge kişi unvanı tebliğ edilenler ve devlet televizyonlarında program yaptırılıp, maaş bağlananlar; bunlar çok mu ahlaklı, yapılanlar çok mu ahlaki?
İktidar partisine ait belediyelerin düzenledikleri festivallerde sadece ve sadece iktidar yanlısı diye davet edilen yırtmaçlı, şeffaf, minili ‘’çatallı’’ ses ve sinema sanatçılarını protokolün en önünde baygın gözlerle izleyen muhteremlere ne diyeceğiz? Çilingir sofralarında eğlenen iktidar mensupları kendisine hatırlatıldığında, yürüyüşüne meftun olunan zat ''bizde her kesimden var’’ sözü çok mu ahlaki? Yıllarca birileri bana kıyafet üzerinden zulüm yaptı diyeceksin sonra aynı zulmü sen bir başka kesime aba altından sopa olarak göstereceksin. Muhafazakar demokratım diyeceksin ama akabinde ben kendi muhafazakarlarıma demokratım diyeceksin. Bu ahlaki mi peki? Ahlakın ya da ahlaksızlığın tanımı sadece ve sadece belden aşağısında olup bitenlere göre mi yapılmaktadır?
Maalesef insanlarımızın imanlarından ve halisane samimiyetlerinden kaynaklanan ''körlük’’ bu güzel değerleri suistimal edenleri göremiyor, niyetlerini okuyamıyorlar. Ancak milletin nabzını çok iyi okuyan bezirganlar bu ahlaki değerleri kendilerini iktidara taşıyacak yola zift olarak döküyorlar ve üstünde de alabildiğine tepiniyorlar.
Dekolteyi savunmadığım gibi, hoş görüyor da değilim. Kadın veya genç kız; başka meziyetleri ile kendilerini fark ettirmelerinden yanayım. Bu görüşüm benim demokrat olmama engel değildir. Ancak ''ileri demokrasi''yi misyon edinip, sonra da demokrat olduklarından bahsedip, giyim tarzı paşa gönüllerinin hoşuna gitmedi diye bir insanın işten attırılması demokratlığa da, insanlığa da sığmaz; aynen namaz kılıyor diye ordudan atılan subaylar gibi.
Andımızı yazanlara ırkçı, faşist diyeceksin sonra giyimini beğenmediğin genç kızı işten attıracaksın. Ahlak bunun neresinde? Esas ahlaksızlık senin beyninde, zina halinde, suçüstü yakalanmıştır.

Sonuç olarak;
Bütün mesele seçimlerin yaklaşıyor olması ve intikam duygusudur.
Bugün çok sevdiğim birisi ''beni dinimden soğuttular''dedi. İçim yandı, kahroldum. Üzerinde de az çok emeğimiz var. İşin en garip tarafı ne biliyormuşsunuz, evimizde ailece ''ar'' duygusundan dolayı çevirmiş oldukları filmleri izleyemediğimiz kimselere sağlanan hoş görü ve tolerans zatı muhteremin dekolteli bulduğu genç kıza sağlanamadı.
''Gavat''ı umumi evde gördüklerinde gavat deyip, camide gördüklerinde ise ‘’aman efendim’’ diyenlerle mücadelem devam edecektir.

Zatı muhterem kim? fırıncının çırağı...
merak edenlere...

Mehmet Soral

7 Ekim 2013 Pazartesi

BENİM BACIM; KINALI ŞEKER...



BENİM BACIM KINALI ŞEKER
Evet, o benim bacım, bir büyüğüm. Benden sonra beş küçüğümüz daha var. Onlar köy çocukları olarak değil çok farklı ve iyi şartlarda büyümüş şehir çocukları. Onların kıçlarında bez, bacım ve benimkisi ise höllükte (Toprak) büyümüştük.
Hane halkının yaşlıları ile beraber yaşandığı anaerkil yapıda anne ve babaların töre gereği büyüklere saygı adına çocuklarını bağırlarına basarak doya doya sevemedikleri bir ortamda; annemiz biz evlatlarına olan sevgisini akşamları odamıza çekildiğimizde saçlarımız arasında bit, tenimiz üzerinde kene veya pire ararken mırıldandığı sevgi sözcükleri ve yanaklarımıza kondurduğu öpücüklerle gösterebildiği ölçüde hissettirebiliyor, bizler de ancak bu şekilde annemizin sevgisini fark edebiliyorduk. Tabi ki bir de büyüklerin evden uzaklaştıkları durumlarda.
Bu arada evde ismi geçen bir baba figürü vardı ama sanal bir kahramanımız olmasının dışında bacım ve benim için bir anlam ifade etmiyordu. Fiziksel olarak aklımızda kalmasını sağlayacak kadar beraber olma fırsatını bulamadığımız babamız; önce askere, oradan da gurbete, aile bütçesine katkı sağlamak üzere İstanbul’a çalışmaya giden köyümüz erkeklerinden sadece birisiydi. Her ne kadar annemizin sevgisini kaçak göçek görüyorsak da bacım ve benim için hayalimizdeki kahramandan öte bir anlam ifade etmiyordu babamız.       
...
1960'ların ilk yılları. Muhtemelen 1965 veya 66 da olabilir. Köyümüz oldukça engebeli bir dağ köyü. Mevsimlerin en doğal halinin uç noktalarda yaşandığı coğrafya şartlarının hüküm sürdüğü bir bölge. Her ne kadar baharı ve yazı çok güzel geçse de özellikle kış mevsimlerini çok çetin şartlarda yaşardık. Akşamdan sabaha bir de bakardık ki evlerin önünde devasa kar kütlesi. Dışarıya çıkabilmek için neredeyse çatı ile birleşmiş kar yığınını aşmak için önce itina ile kapı açılırdı ki; içeriye kar dolmasın diye. Bu tür problemlerin yaşanabileceği ihtimaline karşı her daim evde bulundurulan, çam ağacından özenle inceltilerek yapılmış kar küreği ile evin eşiğinden başlamak üzere ahırlara ve bahçenin kuytu bir köşesine inşa edilmiş helaya giden yolları kardan temizlemekle güne başlanırdı. Ahırlara gidilip hayvanların genel durumları kontrol edilir, altları temizlenir, gübreleri bir tarafta toplanırdı. Önlerine konan gıdalarını yemekle meşgullerken ise sütlerini sağma işlemi tamamlanırdı. Mümkün olduğunca ahırların zeminlerinin kuruluğu sağlanırdı. O hayvanları adeta hane halkından birileri gibi görürdük. Sağlık sorunları dahil her yönleri ile onların varlıklarını kendimiz ile özdeşleştirirdik. Özellikle şehirlerde çocuk parkları ne demekse, kış mevsimlerinde ahırlar da biz köy çocukları için aynı şey demekti.

Her çocuk hayvanlardan birisini beğenir kendisine kahraman seçerdi. Ne bileyim; onların boyunlarına iplere dizdiğimiz boncukları takarken, koyunların yünlerine ise tane tane serpiştirirdik. Keçilerin ve ineklerin boynuzları arasına; boncuklarla süsleyip tam alınlarına gelecek şekilde de nazarlığı yerleştirdiğimiz kemerleri bağladığımızda   aldığımız zevkin tarifi mümkün değildi. Ahırlarımızı tek tek gezerek kahramanlarımızı tanıtır, sonra onlar üzerinden zevklerimizi yarıştırarak büyük zevk alırdık. 

Her sabah evin dışında tekrarlanan uğraşılardan sonra sıra gelir dairesel şekilde etrafında dizildiğimiz yer sofrasına. Büyüklerin bağdaş kurarak, küçüklerin ise dizlerini bükerek hazır oturup bekleştiğimiz soframızın ortasındaki derin sahana, babaannemizin pişirdiği tencereden boca ettiği; buram buram kuyruk yağı kokarak kıvrılıp, yükselen sıcak kara lahana çorbasının dumanını yararcasına, tahtadan yapılmış ağaç kaşıklarımızla saldırı havasında bir eyleme girişirdik adeta. O sırada kaşık sesleri belli bir ritimde müziğe dönüşürdü sanki. Soframızda kimler olurdu; dede, babaanne, kayın, onun çocukları… Sonra bir sofra daha kurulur, orada ise gelinler, görümceler ve kendi başlarına yemek yiyemeyen çocuklar, bir de evin kedisi…

Henüz İstanbul'a teşrif etmemişiz. Memlekette, köyümüzdeyiz. Bir yaşımı ya doldurmuşum veya doldurmak üzereyim. Ehil olmayan bir sünnetçinin operasyonu sonrasında yaşamış olduğum aşırı kan kaybından olsa gerek, muhtemelen bağışıklık sistemimin zayıflaması ile tetiklenen çocuk felci hastalığını geçirmişim. Özellikle sağ ayağımın kalçamdan itibaren zayıf kalması hareket kabiliyetimi ve alanımı kısıtlıyordu. Malum engelimden dolayı akranlarıma göre kendi halimde yürüyebilmeyi düşe kalka olsa da henüz becerebiliyordum. Dört veya beş yaşlarıma geldiğimde yaşıtlarımın her yaptıklarını yapamıyordum. Hatta zaman zaman hatırlıyorum; onlar yürürken dizlerim üstünde sürünmek sanki daha kolayıma geliyordu.

Birbirine bitişircesine yakın üç beş evin yaşıt çocuklarıyız. Belli bir yaşın altında; takriben dört beş yaş arası kız ve erkek çocuklarını sadece saçlarından ayırt edilebiliyordu. Kız çocuklarınınki uzun ve örmeli, erkek çocuklarınınki ise sıfıra yakındı. Bahsi geçen yaşlardaki erkek çocuklarına da fistan giydirilirdi. Çünkü köyümüzde erkek çocuklarına ayrıca pantolon almak gibi lüks sayılabilecek gelir düzeyinde bir zenginliğe hiçbir aile sahip değildi. Babaanneler hem kız çocuklarına hem de erkek çocuklarına çarşıdan alınan aynı basmadan fistan dikerek, maliyeti oldukça düşürürlerdi. Erkek çocukları kızlardan farklı olduklarını anlayıp, itiraz edene kadar da bu usul devam ederdi.  

Günlerden bir gün, dini bayramlardan birisi ve bayramın birinci günündeyiz. Bacım ve ben yeni fistanlarımızı ve üzerine yün kazaklarımızı giydik. Bacım kırmızı, ben kara lastik pabuçlarımızla en yakın komşumuzdan başlamak üzere bayram gezmesine çıkmak üzere evimizden ayrıldık. Uğradığımız her evin yaşıt çocuklarını da grubumuza dahil ederek tüm evleri ziyaret ediyorduk. Her birimizin elinde kumaş parçalarından dikilmiş, ağız kısımları lastikle büzülüp açılabilen keseler(cüzdan) var. Çok nadir de olsa bazılarımızda gurbetteki babalarımızın veya yakınlarımızın zaman zaman göndermiş oldukları ''Şehir makarnaları''nın boş naylon poşetlerinden yapılmış keseleri vardı. İçlerine bahşiş olarak verilen ''Kınalı şeker''leri, ceviz, dut pestili ya da çirleri (Meyve kurusu) koyardık. Ya bahşiş olarak para; o da neymiş. Henüz literatürümüzde olmayan bilmediğimiz bir kavramdı. Ama hepimizin favorisi ille de kınalı şekerdi.

Bacım, ben ve yakın komşularımızın yaşları birbirlerine yakın çocukları olarak civar evleri tek tek ziyaret etmiştik. Artık sıra gelmişti evlerimizle aramızda bir derenin geçtiği karşı mahalledeki evleri ziyaret etmeye. İnişli çıkışlı, hayli engebeli olan bir güzergâh. Mesafe olarak yaklaşık beş yüz, bilemedik en fazla yedi yüz adım olsun.
Bacım ve yaşıtlarım için belimize kadar gelen kar yığınlarını yararak dereyi aşıp karşı mahalleye geçmek belki onlar için zor değildi ama benim için asla…

Bacım düşünceli düşünceli bir bana baktı bir arkadaşlarımıza. Gözlerini üzerimden hiç ayırmadan beni tepemden aşağıya doğru süzdü. Sonra yüzünü sol tarafına çevirdi, keskin bakışlarıyla adeta ormanın derinliklerinde kaybolup gitmişti. Bir arkadaşımızın ‘’Hadi ne duruyoruz’’ seslenişi ile irkilip, kendisine geldi. Bakışlarını bu sefer yere doğru çevirerek gayri ihtiyari ayağının ucuyla karı eşeledi ve tekrar göz göze geldik. Yeni bir hamle ile bu sefer yüzünü sağa çevirdi, sanki zihni ile bakışlarını çok uzaklarda bir şeye odaklayıp sonra da onunla bütünleştirmişti. Sanki kendi iç dünyasında bir savaşın içindeydi. Belki de benim o an için neler hissettiğimi çözme çabasındaydı. Öyle ya; bir çocuk olarak beraber çıktığımız seyahatimize bu zor şartlarda devam edebilmemizin artık mümkün olamayacağını düşünüp beni eve bırakmasını makul mü karşılayacaktım, yoksa her daim beraber olacağımıza ilişkin güvenimden dolayı eve bırakılmam durumunda kendisine küsüp, protesto mu edecektim.

Benden sadece iki yaş büyük bacımın gönlü evde yalnızlığa mahkûm olmama razı olmadı. Elimden sıkı sıkıya tuttu, beraber yürümeye başladık. Bir o düşüyor bir ben düşüyorum veya ikimiz birden düşüp yuvarlanırken bir türlü yol alamıyorduk. Bu arada diğer arkadaşlarımız mesafeyi hayli açmışlardı. Baktı olacak gibi değil, ite kaka beni hafif bir tümseğe çıkardı. Sırtını vererek ani bir refleks hareketiyle bir hışımda sırtına aldı. Kolları ile bacaklarıma sıkı sıkıya sararken ben de kollarımı onun boynuna dolamıştım. Anlıyordum ki beni o gruptan ayırmamaya oldukça kararlıydı. Her üç beş adımda bir yuvarlanıyoruz, karla cebelleşip tekrar ayağa kalkıyoruz ve gene sırtına alıyor, gene düşüyoruz derken; dereyi aşarak tekrar gruba yetişmeyi başarıyoruz. Sanırım biraz da kınalı şeker heyecanı bize güç veriyordu.  

O gün epeyce kınalı şeker toplamıştık. Evden uzaklaşabileceğim ihtimali kimsenin aklına gelmediğinden, hane halkı evin orasına burasına, kuytu köşelerine, ahırlara giden güzergaha bakıp beni bulamayınca hayli endişelenmiş olduklarını eve döndüğümüzde anlamıştık. Belli ki bacımın beni sırtında taşıyarak böyle bir fedakarlığı göze alabileceğini tahmin etmemişlerdi. Öfke, şaşkınlık ve bir o kadar takdir hisleri ile dolu bakışlar üzerimize odaklanmıştı. Annemin belli ki bir evladının diğer evladına yapmış olduğu yardım ve fedakârlığı anlayınca bundan kaynaklanan gururla nemlenen gözlerini büyüklerimizin bakışlarından gizleyerek sildiğini fark etmiştim.

Evet, herkesin kardeşi olabilir. Benim de ablamdan başka beş kardeşim daha var. Benim için her birisi ayrı ayrı birer kıymettirler ama onlar da aynı şeyleri düşünüp hissederler ki bacımızın hepimiz için bir farkındalığı vardır. O her birimiz için ''Anabacı'' mızdır. Aslında annemizin yerine koyduğumuz için ''Anabacı'' dedim. O bunu fazlasıyla hak ediyor. Yaşım beşken de öyleydi, 58 yaşımdayım hala öyledir. Artık annemiz aramızda yok. Ama o da çok iyi biliyordu ki bacımız annemizin yokluğunun tek ilacıydı. Korkularımı bacımın sesi ile yeniyorum. O benim en güçlü teselli kaynağım, iyi ki var.
Seni seviyorum Bacım.
Mehmet Soral
soralmehmet@hotmail.com
0531 748 62 31

3 Ekim 2013 Perşembe

TURGUT ÖZAKMAN HAK'KA YÜRÜDÜ


Turgut Özakman gibi soculara can kurban…
Tayip Erdoğan, Bülent Arınç, Hüseyin Çelik, Nihal Kaplan, Bengüsu Karaca, Dilipak ve diğer ''dili kirli'' bilumum zatlar, ya onlar...?

Hep şunu iddia etmişimdir; Türk milliyetçileri olarak solla kavgamızı birazda sağla yapmış olsaydık, bugünkü musibetleri yaşamazdık. Solculara ''dinsiz'' dedik, diyalog kurmadık, dışladık. Sağcıları (ben sağcı değil, Türk milliyetçisiyim) İse aynı safta namaz kılmanın hatırına içselleştirdik, adeta onlar bizden daha çok okusunlar, canları yanmasın, tahsillerini tamamlasınlar diye kurşunların hedefinden koruyup, kendimizi kurşunlara kurban ettik. Yaşça benden büyük olanlar bunun muhasebesini ebette ki daha iyi yapacaklardır. Bugün çok iyi fark ediyoruz ki ''sağcı kalleşliği'' nin üzerimizde ve davamızda yarattığı tahribat bildiğimiz ve kavga ettiğimiz klasik solcuların yarattığı tahribattan daha fazla ve daha kalıcı olmuştur, oluyor da. Ülkücülerin ''Fatiha suresi''ni bilmediklerinden hareketle doğrulamasını yapmak için yanındaki bir başkasına teyit ettirdiklerini söyleyebilecek kadar ahlaksızlaşan ve ben muhafazakarım, sağcıyım diyebilen insanın yarattığı tahribatın farkındamıyız acaba?

Türk milliyetçiliği hareketine inanmış, gönül vermiş insanlar olarak ''sağ''la ilişkilerimize yeni bir menzil belirlememiz gerekir diye düşünüyorum. Aynı kıbleye secde ediyor olmanın hatırı için ahlaksız ve kalleşle işbirliği yapamayız, en azından ben yapamam.

Bugün solcu diye bildiğimiz insanlar ''ulusalcılık'' adı altında bağımsızlığımız ve Türk kimliğimize, ülkenin üniter yapısına daha çok bağlılar ancak sağcı dediğimiz insanların birçoğu ise Türk bayrağına ilaveten bir şerit çekilmesini, anayasadan Türklüğü çağrıştıran ifadelerin çıkarılması ve daha bir çok abuk sapuk taleplerde bulunabiliyorlar.
Özet olarak keşke Türk milliyetçileri, ABD askerlerini denize döken solcularla o gün beraber hareket etselerdi.
Bu vesile ile Turgut Özakman’a Allah dan rahmet diliyor, ailesine sabırlar temenni ediyorum.
Mehmet Soral
03.10.2013
soralmehmet@hotmail.com

2 Ekim 2013 Çarşamba

TÜRKLÜK DE NEYMİŞ?


''Türklük de neymiş, ahirette ilk önce amellerimiz den sorgulanacağız''
algısına inanmışların tercihlerinin oyla sandıktan çıkardığı ''iktidar gücü''nün hükümdarlığından ciddi manada ürküyorum. Amellerimizle, milli kimliğimiz arasında tercih yapmayı dayatan zihniyet… Aslında insanımızı bu tercihe zorlayan mantığın dinle, imanla ilgisi yoktur. Bunun tek nedeni, bu iddiayı ortaya atanların ''etnik özürlü'' olmalarıdır. Belli ki adamın ''ben Türküm'' diyebilme şerefine nail olmasına mani olan bir özrü var ve bunu itiraf edemiyor ama diğer taraftan da Türklük şuurunun bertaraf edilmesi için de elinden gelen gayreti gösteriyor. Bunu yaparken de ahlaksızca ve vicdansızca ‘’ahrette hangi milletten olduğumuz sorulmayacak’’mış değerlendirmesini samimi müminlerin vicdanlarına dayatıyorlar. Aidiyet kompleksini dini bir referansla kamufle etme gayretidir aslında bütün mesle. Oysa herkesin etnik kimliğini şerefle ifade etmelerini beklerim, tıpkı benim Türklüğümü haykırabildiğim gibi. Bunların içinde en aciz ve sünepe olarak gördüklerim ise, Türküm diyemeyenlerin hiçbir zaman ''ne'' olduklarını da ifade etmemeleridir. Bir etnik kimliğe sahip olmak elbette ki özür değildir ama etnik kimliğini saklayandır aidiyetini ''özür'' olarak gören.
Türklük şuurunu dinim ile yok etmeye çalışanlara Allah'ın (c.c) ''Ben sizi kavim kavim yatattım ki tanışasınız diye'' ayetini hatırlatmak isterim. Demek ki insanın kavmini bilmesi, sevmesi, gurur duyması Allah'dan dır. Benim Türklük gururum kibirimden değil, ''Türk kavmi'' olarak insanlığa kattığım, kazandırdığım artı değerlerdir. Allah indinde bunun hiç mi bir değeri yoktur ey... aklı evveller. Kavimler olarak ''insanlık terazisi''ni koyalım ortaya tartılalım, sonra Allah versin hakkımızdaki hükmünü. Kavmini inkar edenler, onlar birer zavallı. Allah'ın ayetine karşı gelmekten günahkardılar şüphesiz. Neyse, çok sıkışırlarsa Türküm der , kurtulurlar.
Tüm etnik kimliklere saygılıyım, saklayana karşıyım.
Mehmet Soral
soralmehmet@hotmail.com
023.10.2013