26 Şubat 2017 Pazar

GAZ OCAĞINDA ÇAY KEYFİ

Bunun ismi gaz ocağı. Sanırım 1960'lı yıllarda tanışmıştım onunla 125 gr'lık bir paket çay veya bir paket sigara için gün boyunca çobanlık yapıldığı yıllar.
...
Sık sık kullanılan bir araç değildi. Misafir geldiğinde ortaya çıkarılırdı. Ne zaman misafir gelse rahmetli dedem aleti ortaya alır, yan tarafındaki kolu araba lastiği şişirme yönteminde olduğu gibi ileri geri itip, çekerek deposundaki sıvı gazı hava ile sıkıştırarak uçucu hale getirir, daha sonra alevli bir ateşle ispirto yatağını tutuşturarak aleti yakardı. Gözeden su doldurulmuş çaydanlık ocağın üzerine konur; 125 gr'lık çay paketinden fazla dökülmesin diye parmak uçları ile alınan kuru çay, itina ile demliğe konurdu. Bu arada yanan gazdan çıkan karbondioksit odaya yayılırken, mütemadiyen hava pompalama kolu çalıştırılarak sıvı gaz sıkıştırılırdı ki; uçucu gaz oluşsun ve ocak sönmesin diye. 
...
Çevreye yayılan gaz kokusu evin dışarısından bile fark edilirdi. Çünkü köylerde evin giriş kapıları genellikle açık durur; aynı zamanda açık kapıdan içeri sızan gün ışığı evin içini aydınlatsın diye. Evin önünden geçerken kokuyu alanlar bilirlerdi ki bu evde misafir var. Fark edilenler içeriye buyur edilir veya benim gibi çocuklar da bir bardak da bize ikram edilir umuduyla bahane ile evin çevresinde oynaşırdık.. 
...
Rahmetli babaannem hamur yoğurup, sac kurar; evin genç hanımları ise katmer, çökelekli veya kete açarak sac üstünde pişirme işlemini yürütürlerdi. Eritilmiş tere yağı sıcacık ketenin üzerine sürüldükçe, mis gibi koku etrafa yayılır, gaz kokusu ile birleşerek kendine özgü bir ortam oluşurdu. Bir ara babaannem sessizce ocak başından kalkar, püsküllü anahtarını sakladığı yerden çıkararak, biz çocukların da kendisini takip edip, etmediğimize dikkat ederek kilere gidip, daha önce sağılmış kara kovan balından getirip, sofraya koyardı. Başka neler; kaymak, kaymaklı yoğurt, çökelek, pazı yaprağının sapından yapılmış turşu, sahanda yumurta. Zeytin mi dediniz; işte o olmazdı. Zeytin bizim için lüks bir tüketimdi. Zaman zaman ailemizden İstanbul'da çalışanların gelenlerle gönderdikleri zeytin biz çocuklar görmeden misafir geldiğinde sofraya konulur diye saklanırdı ancak bazen de olurdu ki bu ihtiyatlı tutum abartılınca; saklanan zeytinler küflenir, çürür kimseye de yar olmazdı.
...
Artık çay demini almıştır. Kırmızı damalı çay tabaklarına ince belli bardaklar sırasıyla dizilir. Bir bardağa konan sıcak su tek tek diğer bardaklardan geçirilirdi ki çay sıcaklığını kaybetmesin diye. Demlikteki çay süzgeçten geçirilerek özel bir itina ile yarıya kadar bardaklara aktarılır, kalan eksik ise kaynamış su ile tamamlanırdı. Peykelerde bağdaş kurmuş oturmakta olan hazırun yer sofrasına davet edilir, bismillah deyip atıştırmaya başlanırdı. 
...
Biz çocuklar için o sofrada en cazip beklentimiz; en fazla bir bardak paşa çayı(soğuk su ilaveli açık çay) içebilmekti. Diğer yiyecek, içeceklerden nasiplenmemiz belki misafirler gittikten sonraydı. Nihayet bakışlarımızdan rahatsız olunmaması için kete eşliğinde paşa çayımızı içtikten sonra, babaannemizin ''Haydin çocuklar kapıya bacaya bakın, bahçelere mal, davar girmiştir'' uyarısı ile kibar bir şekilde evden uzaklaştırılırdık.
...
O yıllar belki yoksulduk, fakirdik ama onurlu bir yaşantımız vardı. İmkanlarımız her geçen gün arttı ancak o nispette de insanlığımızı unuttuk. Artık bugün o köylerde, bu sofralar kurulmuyor. Evlerimizdeki doğal gaz bütün imkanları ile hizmetimizde ama gaz ocağından çıkan o kokunun bana verdiği mutluluğu, iç huzuru vermiyor artık. Modern tarzda yeni yapılan evlerde kapılar da kilitli, yürekler de. Kuşlar bile mekanları terk etmişler; kursaklarına girecek bir buğday tanesi yok diye. Eken yok, biçem yok, sağan yok. Siyasiler hep o günlere atıf yaparak, günümüz üzerinden bizleri tehdit ederler; ''Nereden nereye geldik diye''. Öyleyse alın verdiğiniz bu imkanları; bana yoksulluğumu verin; bir ipek kozasında saklı olan mutluluğumla beraber.
Mehmet Soral

soralmehmet@hotmail.com

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder