3 Haziran 2009 Çarşamba

MUSTAFA DAYI İLE SOHBETLER

Çocukluğumdan beri, yaşlı insanlarla sohbet etmeyi, onların anılarını dinlemeyi çok severim. Özellikle köy ortamında yaşanmış olayları ve o kültürü içeriyorsa, ilgim dahada artar. Çünkü bu anıların içerisinde cahilliğin getirdiği masumiyeti, çaresizliğin getirdiği çırpınışları, ekmenin, biçmenin çapalamanın getirdiği umudu ve bütün bunlara karşı şükretmenin, kanaatkarlığın, tevazunun ne demek olduğunu müşahade ederim. O insanları, “efendileri’’ dinledikçe huzur bulurum. Onlara göre, hala çok şanslı olduğumu düşünürüm. Şahsen herkese bu tür sohbetleri tavsiye ederim. Göngörmüş insanlarla sohbet etmek, insanı biraz rehabilite ediyor diye düşünüyorum.

Rahmetli Mustafa Dayı da sohbetlerine doyamadığım birisiydi. Hemişehrim, köylüm olan Mustafa Dayı’nın sohbetlerinin müdavimi yanlız ben değil onu tanıyan tüm hemşehrilerimizdi. Öyleki, müşterek ilgimizin sonucu olsa gerek, bir zaman sonra adeta ‘’Mustafa Dayı ile sohbetler’’ serisi başlamış oldu. Motivasyonunun kaynağı, kızarmış tavuktu. Müdavimler kızarmış tavuğu bazen ortaklaşa bazende sırayla alır, çatkapı Mustafa Dayı’ya sohbete giderdik.

Okur-yazarlığı olmayan, anlaşılacağı üzere nüktedan birisiydi. Allah birde üstüne üstlük bu yapısına yaraşır fiziki bir görünüm vermiş. Zayıf, çelimsiz en fazla ellibeş altmış kilo gelebilen, fakat tahminen kendi ağırlığından hayli fazla yükü taşıyabilen, kapkara denecek kadar esmer, ince bıyıklı, ufacık gözlü birisiydi. Hamallık yaparak geçimini temin ederdi. Adeta taşıdığı yükün altında kaybolurdu. Arkasından Yürüyüşünü izlediğimizde bacakları birbirine ha dolandı ha dolanacak zannederdik. Oysa hiç de sanıldığı gibi değildi. Sanırım vefat ettiğinde seksen yaşına yakındı. Yetmişbeş yaşına kadar da hamallık yapmaya devam etti. Mustafa Dayı okumuş, tahsil görmüş, büyük makamlara gelmiş bir çok hemşehrilerime nazaran kendisi ile gurur duyduğum ender insanlarımızdan birisiydi.

Sayın okurlar, Mustafa Dayı ile olan sohbetlerimden bazı anekdotları sizlerle paylaşmak isterim. Amacım, sizleri biraz olsun gülümsetebilmenin yanında , şahsen çok faydalandığım, dersler çıkardığım o tatlı sohbetlere sanal alemde misafir etmektir.

Mustafa Dayı her Türk genci gibi zamanı geldiğinde askere gider. Kendisinden naklediyorum.
-Yuvadan yeni uçmuş cücük gibi, uzun bir meşakkatden sonra kendimi nizamiyede buldum. Neyse, tarif üzerine birliğimi buldum, teslim oldum. Bana hayli büyük gelen elbiseleri giyindim. Tabi ki oğlum, bu cüsseye elbise ne yapsınki. Pantolonumun paçaları yerleri süpürüyor, ayakkabılar çocuk beşiği gibi ayağımda, ne kepin benden haberi var ne de benim kepten. Öylece dışarıya çıktım. Hemen kapının yanında, şöylece bir etrafıma bakayım dedim ki...
-Asker!!!! Buraya gel.
Diye bir ses duydum, ancak hiç de oralı olmadım. Çünkü kendimi o kadar yeni hissediyordum ki seslenilen askerin ben olabileceğim aklımdan bile geçmedi. Hiç de umursamamıştım. Genede sesin geldiği tarafa şöyle bir bakayım dememle birlikte enseme yediğim tokatla sarsıldım. Şiddetli bir baş dönmesi ile kendimi yerde buldum. Sendelemekten doğrulup ayağa kalkamıyordum. Derdimi anlatacağım ama kim dinliyorki. Çavuş hem vuruyor hemde;
-sen yemekhaneden kaçarsın ha!!! Diye bağırıyordu.
-komutanım ben yemekhanenin nerede olduğunu bile bilmiyorum ki...
demeye çalışıyorum ama üst üste gelen tekeme tokatdan fırsat bulup lafımın sonunu bir türlü getiremiyordum.
Nihayet o yorulmuş, bende tükenmiştim ki beni dinlemeyi tenezzül etti.
-Ne yapıyorsun sen burda!!!
-Yeni teslim oldum komutanım. Elbisemi giyip daha yeni dışarı çıkmıştım...
-tamam tamam pantolununu çek, üstünü başını düzelt
dedi. Kepimi de o yerden alıp bana verdi.
Çavuş durumu anlamıştı. Üzüldüğü de belliydi. Öylece çekti gitti.

Bir köşeye oturup epeyce ağladım... Anamı gözümün önüne getirip, onunla konuştum.
-Ah anam... benim dul anam... senin oğlun ne hallerde biliyormusun? Oğlunun habu... hallerini görsen çırpınırsın, yüreğin yanar değilmi? Bu askerlik bitermi ana he... biter mi ? Bismillah, asker ocağının kapısından içeriye girer girmez bu kadar ‘’sopa’’ yersem içeride kimbilir daha neler olacak, başıma neler gelecek anacım. Ana, herhalde biz birdaha zor bir araya geliriz.. dedim... dedim... ağladım. O an için askerliğimin hiç bitmeyeceğini düşünmüştüm.

-Lakin, Mehmet evladım, bu çavuş o sopadan sonra beni çok tutdu. Çavuş kadar güçlüydüm sanki. Çekiniyorlardı benden. Kimse benimle didişmeye cesaret edemezdi. Niye? çavuşa söylerim diye. Baştan temiz bir sopa yedim ama sonradan o sopa sayesinde çok rahat ettim. İşte çavuşla bizim ödeşmemiz de böyle oldu oğul.
....
Yine Mustafa Dayı henüz genç bir delikanlıyken, bir gün yetimliğinin omuzlarına yüklemiş olduğu sorumluluk gereği ilçeye tuz almaya gitmesi gerekir. (O zamanlar tuz çuvallarla alınır, hem yemekler için hem de havvanlara vermek için kullanılırdı) Katırını semerler, heybesini üzerine yerleştirir. Annesinin hayır duasını alıp, gece yarısı yola çıkmak üzeredir ki amca oğlu Rasim Dayı, kış boyunca yedireceği samanı olmadığından, zayıf ve bakımsız, yaza çıkma ihtimali hayli zayıf olan merkebini de beraberinde götürerek köyden uzak bir yerde ‘’azıtmasını’’(uzak bir yere terk etmek) ister. Yine devamını kendisinden naklediyorum.
-Mehmet oğul, katıra bindim. Eşeğin ‘’yular’’ını da katırın semerine bağladım. Ben katırın üzerinde, önde, eşek arkamızda yola koyulduk. Gün ışımaya yüz tutmuştu ki ırmağın üzerinden, köprüden geçmek üzereyiz. Tam ortasına gelmiştik, eşek inat etti ben bir adım daha atmam diye. Katır da ona inat, ben de yola devam edeceğim diye . Katır eşeği çekiyor eşek katırı. Irmağın da en azgın zamanı. Sular kayalara çarpdıkça metrelerce yukarı sıçrıyor, üstümüz başımız ıslanıyordu. Köprü çok dar. İki ‘’atlı’’ yanyana geçemiyor. Bacaklarım tir tir titremeye başladı. Hayvanları zapt edemiyorum. Bende onları yenecek güc nerde.... Baktım üçümüzde ırmağı boylayacağız. Hemen karar verdim. Çakımı çıkardım. Katırın semerinin arka kancasına bağlı olan eşeğin, hayli gerilmiş yularına bıçağı çalmamla, eşeğin ırmağı boylaması bir oldu. Eşek sırt üstü ırmağa düşerken, yukarı doğru bakan ön nalları ile sanki bize el sallıyordu. Eşek ırmağa biz yolumuza devam ettik. Bir ara arkama dönüp baktığımda ırmak kenarında bekleşip, su akıntısından odun kapan köylülerin eşeğide ağaç kütüğü sanıp, ona doğru koşuştuklarını fark ettim.

Vadiyi aşıp, düz yola çıktık. Bir zaman sonra yanımızdan bir ‘’atlı’’ gelip bizi geçti. Önümüzdeki tepeyi aşıp gözden kaybolduğu an köpek havlaması ile bir el silah sesini duymamız bir oldu.. Nihayet bizde tepenin öbür yüzüne geldiğimizde; yerde, yola boylu boyunca uzanmış, ensesinden ve ağzından kan akan, kurbanlık koç gibi arka sağ bacağını habire geriye doğru atan, ağız kenarları içe doğru çekilmiş, beyaz ve sivri dişleri olabildiğince fark edilen, can çekişen köpeği gördüm. Besbelliydiki köpeği vuran az önceki atlıydı. Köpeğin vurulduğunu fark eden köylü çoluk çocuk, genç ihtiyar sökün edip bize doğru koşmaya başladılar. Ben felaketi sezmiştim. Ama çok geçti. Hepisi üzerimize çullandılar. Gelen giden bana vurdukları gibi katırada vuruyorlardı. Silahı bulmak için semeri cırım cırım yırttılar, darmadağın ettiler. Yalvarıyorum onlara, köpeği ben vurmadım, silahım da yok diye ama ne fayda. Bana çok sopa attılar. Katırı bile telef ettiler. En nihayetinde yaşlı bir adam köylüye;
-hele bidurun bakalım!.. birde adamı dinleyelim
dedi de bende öylece kurtuldum. Köpeği öldüren adamın az önce buradan geçen atlının olabileceğini, tepenin öte yüzüne yeni aştığını söyledim. Böylece beni azat ettiler oğul.

İlçeye vardığımda bitkin vaziyetteydim. Her yanım ağrıyordu. Semer darmadağındı. Tamir ettirmem gerekiyordu. Bir semerci bulup tamiri yaptırdım. Ancak tuz alacak param da kalmamıştı. Anama ne diyecektim ben. Tekrar tuz almaya gidecek ne paramız vardı ne de zamanımız. O harcadığım parada sattığım son tekenin parasıydı. Çaresizdim. Akşam olmadan köye dönmeye karar verdim.

Eşeğin akibetine doğrusu üzülmüştüm. Merak da ediyordum, hayvanın sonu ne oldu acaba diye.
Dönüşte köprüden geçerken en azından belki eşeğin leşini görürüm ümüdiyle ırmak kıvrımlarının, kayalıkların etrafına göz gezdirdim. Birde gördümki eşek zor bela bir adacığa ön ayakları ile tutunmuş, bir adamda yarı beline kadar suda ona erişmeye çalışıyor. Sonunda adam eşeği kıyıya çıkarmayı başardı. Bende içimden bir oh çektim. Eşeğin kurtulması da bana yediğim dayağı unutturdu oğul.

Yine Mustafa Dayı anlatmaya devam ediyor.
Bizim Rasim o sene kışı geçiripte yaza girdikten sonra hayvan pazarına eşek satınalmaya gitmiş. Bakımlı, temiz semerli bir eşek bulup almış. Hayvan pazarından köye dönerlerken, eşeğin yolun acamisi olmadığını fark etmiş. Eşek önde kendisi arkada, köyün yol ayrımına kadar gelmişler.
O da ne? Eşek mahalle yolunuda şaşırmıyor. Hayda! ahırada kendisi gidiyor. Ahırdaki yerini de alıyor.
Rasim Dayı Mustafa Dayıya;
Amca ne kadar akıllı hayvan yahu. Köyü de, mahalleyi de, ahırı da kendisi buldu.
Mustafa Dayı ahıra gider, eşeği şöyle bir süzer ve
-Ulan oğlum bu eşek zaten senin eşek, azıttığımız eşek değil mi?
Yapma yahu!...

Mehmet Soral

Not:Mustafa dayı ile sohbetlere devam edeceğiz.