Gene 27 Mayıs ve gene savunmada mıyız
Recep Tayyib Erdoğan'ın gölgesinde siyaset yapma gibi bir
misyonu üstlenirseniz, elbette o misyonunuzun çekinceleri ile hareket edip
"27 Mayıs darbesi ve Alpaslan Türkeş" başlıklı bir mevzuya doğrudan
müdahil olup bir şeyler söylemek sizin için zor olduğu için sessizliği tercih edersiniz.
Türk milliyetçiliği kurumsal kimliğinin temsil makamını
sahipleniyorsanız, onun müktesebatına da vakıf olmanız gerekir. "27 Mayıs
1960 Darbesi ve Kudretli Albay Alpaslan Türkeş" dendiğinde söyleyecek
sözünüz olmalıdır.
Rahmetli Başbuğ; bahis konusu darbeye dahiliği konusunda soru
sorulduğunda cevabını elbette veriyordu ama O'nun evlatları ve banisi olduğu
kurumun vereceği cevaba ilişkin bir müktesebatının bugüne kadar olması
gerekirdi. Her 27 Mayıs geldiğinde suçlanma hissiyatı içinde savunma
geliştirmekten bıktık usandık.
Biz Türk milliyetçileri olarak (Sağcı değiliz) o döneme ilişkin
değerlendirmemizi hala sağ zihniyetin bakışı ve okuması üzerinden yapıyoruz.
Solun nasıl baktığı ise hep aynı olmuştur; muhafazakarlığa tepki...
Yani Türk milliyetçileri olarak "DP ve Adnan Menderes, önce
siyasi olarak iktidara geldiler. Sonra meclis çoğunluğunun ezici gücü ile
muktedir oldular, bu güce dayanan öz güven patlaması ile kendilerini devletle
öyle bütünleştiriyorlar ki; en ufak bir siyasi kayba tahammül edemeyip;
Kırşehir halkı DP'yi değil Osman Bölükbaşı'nı tercih etti diye Kırşehir'i il
statüsünden düşürüyorlar. Bunun bir tek izahı vardı; siyasi gücün
zorbalaşmasıydı" diyerek fikrimizi beyan etmemiz çok mu zor. Durduğumuz yer
hala belli değil mi. Sola yaklaşmayalım şu olur, sağa yaklaşmayalım bu olur
endişesi ile duruş sergilemek bir fikir hareketine hiç yakışıyor mu.
O döneme dair bu anlamda daha bir çok örnekler elbette mevcut.
Sadece muktedirliğin sağladığı güç zehirlenmesinin neden olduğu keyfiyete
dikkat çekmek istedim. Yakın bir geçmişte de benzerini yaşamadık mı. AKP
İstanbul seçimlerini kaybediyor ve hemen akabinde "Bir şeyler olmasa bile
illa ki bir şeyler oldu" denerek, güzel Türkçe'mizi de katlederek anlamsız
cümlelerle İstanbul seçimlerinin sonucuna tahammülsüzlüğü ifade edip,
tekrarlanmasını istemediler mi. Bir de bu keyfiyetin toplum ve bürokrasi içinde
neden olacağı tahribat ve doğal olarak da kutuplaşmayı düşünün; olacak iş mi.
Demokrasimize dayatılan keyfiliğin üstesinden gelmek için hele
ki idam usulü ile müsebbibi olanları tasfiye yoluna gitmek gayri insani olduğu
gibi vicdansızlıktır, kahpeliktir kabul etmek mümkün değildir. O rahmetli
insanlar idam edildiler de ne oldu. Sonrasında o günden bugüne; çıkaralım on
seneyi; sağ siyaset o yaşanmış acı ve mağduriyetler üzerinden hikayeler yaza
yaza hükümranlıklarını sürdürmediler mi. Ülkenin bugün ki karnesinin müsebbibi
de şüphesiz kendileri değil mi.
Diğer bir husus; bu darbeci zihniyetler niçin hiç sol
iktidarların varlığını fırsat bilmemişler de hep sağ iktidarların varlığını
kollayarak darbe yapmaya cür'et etmişlerdir. Bu kadar da mı tesadüf olabilir.
Mesela kırk yıldır var olan fetö niçin illaki yine bir sağ zihniyet olan
AKP'nin iktidar olmasını beklemiş veya istediği zemini bulmuştur.
Dolaysıyla, malum döneme ilişkin Türk milliyetçilerinin durduğu
yer kendi orijinal tespit ve değerlendirmeleri üzerinden olmalı, sağ zihniyetin
iktidarı AKP üzerinden olmamalıdır.
"Demokrasi ve Özgürlük Adası"nın açılışına ve ziyaret
edilişine ilişkin izlenen seremoniyi Türk milliyetçisi bir gözlem ile tahlil
ettiğimde; ortada tasvip edeceğim bir görüntü yoktu. Kibir ve kutuplaşma...
"İdamlar olmamalıydı" noktasında her kesimin konsensüs
sağladığı bir konjonktürde eğer "Demokrasi ve Özgürlük Adası"na bir
anlam yüklemek istiyorsak her telaffuz edildiğinde; toplumun tüm kesimlerinin
aklına aynı anda idamlar, ortak yasımız, demokrasimiz, özgürlük ve insan
hakları; hak, hukuk ve adaletimiz gelmeli. Oysa şu an itibariyle aklıma ilk
gelen; iki narsist ve otoriter ismin, kendi paşa gönüllerinden kaynaklı
inisiyatifleri ile toplumun diğer kesimlerinin ne düşündüğünün hiç
önemsenmediği sadece ve sadece kendilerinin konsolide edebildikleri kesime hoş
görünme çabası dır. Burada toplumun ortak duygusu ve mutabakatı hiç dikkate
alınmamış hatta "Karşı"larında gördüklerini tahrik etmeye yönelik bir
niyetin olduğunu düşünmek bile mümkün.
Fetö'ye atfen "Ne istediniz de vermedik" sözünün
arkasını sorguladığımızda...?
"Türk Ordusunun seçkin subayları ile Atatürk sevgisi ve
saygısında ortak mutabakatları olan sivil milliyetçi, ulusalcı kişi ve
kurumlar; ne varsa üzerine üzerine gidip, onları tasfiye ederek kendinize ve
bize istediğiniz alanı açıp, istediğiniz sonuca ulaşmanız için lazım olan her
şartı ve zemini hazırladık. Söyleyin bakayım; bütün bunlara rağmen bir noktadan
sonra niçin kendi başınıza devam etme kararı alarak bize ihanet ettiniz"
Şeklinde okumanın daha doğru
olduğunu düşünüyorum. Peki bu şekilde okumamıza mani olan ne; partileşmiş tek
adamlı rejimin hep beraber kabule zorlandığımız tanımlama "Fetö kırk
yıldır devlete sızmış bir yapı olup, her iktidar sorumludur". Peki öyleyse
niçin "Ne istediniz de vermedik" sözünü söyleme ihtiyacı duydunuz. O
da yetmeyip; "15 Temmuz Allah'ın bize bir lütfüdür" dediniz.
Aslında söylenmesi gereken ama
saklanan gerçek "Bundan böyle fetö'yü biz muktedirlerin tanımlaması
üzerinden okuyacaksınız; gözlerinizle gördükleriniz ve yaşadıklarınız üzerinden değil. Zira gözlerinizle gördükleriniz üzerinden tanımlama yaptığınızda hangi
mazereti inşa edersek edelim, hangi senaryoyu yazarsak yazalım fetö'nün ete
kemiğe bürünmesi sürecindeki dahilliğimizi görünmez kılamıyoruz"
Allah işte öyle bir güce ve
kudrete sahiptir ki; en söylenmemesi gererken bir itirafı olayın kahramanına
bizatihi kendi ağzından söyletir. İfade açık ve net değil mi "Ne istediniz
de vermedik".
Fetö ile mücadele devletin
hesaplaşması şeklinde değil, AKP'nin hesaplaşması şeklinde devam ediyor. Eğer
böyle olmasa "Cemaat bankası"nda hesap açıp, para yatıran bir devlet memuru
hapse atılırken, o bankada üst düzey yönetici olan birisi bir başka kamu
kuruluşuna yönetici olarak atanamaz. Öyle ya; sadece fetö bankasında hesabı
olanın devlete karşı düşman ve hain olma ihtimali var da; orada üst düzey
yöneticilik yapmış birisinin olma ihtimali yok mu.
Bugün "Ne istediniz de
vermedik" sözünü;
"Sizler bireysel veya kamu
için hak, hukuk, adalet ve demokrasi adına ne istediniz de bu devlet
vermedi"
şeklinde söylenmiş gibi alıp,
kabul etmemiz dayatılıyor. Ben ikinci paragrafta ifade ettiğim şekilde alıp,
kabul ediyorum ve öylece de yeni nesillere anlatmaya devam edeceğim.
İnadına Türkçüyüz
Bir değerli büyüğüm der ki; "Hun, Göktürk, Uygur, Avar...
vs. torunuyuz demezler de hep Osmanlı torunuyuz derler" neden...
Meselenin özü; maalesef hiç tereddütsüz sorulduğunda Türküm diyen
her insanımızın yöneticilerimizi seçerken kim olduklarına ilişkin ayni
hassasiyeti göstermiyor olmalarıdır.
Bir takım kripto etnik özürlülerin; yıllardır gerçek niyetlerini
İslam'ın şemsiyesi altına gizleyerek öyle veya bölye Türk milletine yönetici
olmuş olmalarıdır. Dolaysıyla bunlar hiç bir zaman hırlı durmadılar ki.
Birisi çıktı anam şuradan, babam buradan dedi, bir diğeri dış Seyehatında benim
dedem sizlerden dedi. Yani Nasrettin Hoca misali o yöneticiler bugünlere yol
yaptılar.
Türk milliyetçisi başbuğ Mustafa
Kemal Atatürk Türk kimliği üzerine inşa ettiği devleti bu mentalite üzerine
oturtmuşken; maalesef ve maalesef bir dönemden sonra bu insanlar muktedirliklerini koruma uğruna "Türk gibi, Türk'e göre ve Türk'ten olması" hassasiyetini koruma kimsenin umurunda olmamış, hele ki etnik
özürlü yöneticilerin hiç olmamış, gizli emelleri için fırsat bilmişler dir.
Osmanlı torunuyuz deyip de Türküm diyemeyen yöneticilerin Türk milletinin bekasına
dair bir endişesinin olabileceğini sanmıyorum.
Atatük bakiyesi bürokratlar,
elitler dinin bir milletin tamamlayıcısı unsuru olduğu gerçeğini Atatürk gibi
anlayıp, devamını da Atatürk gibi getiremediklerinden dini siyasallaşmanın
ağına ittiler. Karşı cenah da kucağında bulduğu bu beleş nimeti alıp, kabul
etti. Önce dinimizi siyasallaştırdılar sonra da bu siyasal örtü altında en
büyük ihaneti sergileyerek Türklüğümüzü ötelediler. Yani dinimizi; içinden
imanı söküp atarak "Siyasal İslam" şeklinde başımıza "Bela"
ettiler.
Şimdi devlet yapımızı ve milletin
aidiyet duygusunu bu noktaya taşıyanların aklına elbete Osmanlı torunuyuz
demenin dışında; Hun, Göktürk veya Uygur torunuyuz demek gelmez.
Elbette bunlar Ormanlı'ya sahip
çıkarlar, zira Osmanlı denen yapı; Türklerin elinden alınmış bir devletin çok
uluslu veya etnik kimlikli devlete dönüştürülmüş halidir. Doğal olarak da; her
etnik kimliğin bu yapıya aidiyet duyması ve hayranlığının da olması normaldir.
Tekrar buraya dönme hevesi ve hayali de kesintisiz devam ediyor. Bunlar
Türklüğe vurgu yapan ne millet, ne de devlet tarifi istiyorlar. Nihai olarak
da; varmak istedikleri nokta burasıdır.
Madem ki iş bu kerteye geldi
Türkçü görüş benim şiarım olacak. Hun torunuyum, Göktürk torunuyum, Uygur torunuyum, "Hiristiyan Gökoğuz"un da gardaşıyım. Selam olsun onlara.
Lütfü Türkkan'a itibar suikastı
Devletin yaptığı kadastro çalışması ile kuruluşu 25 yıl öncesine
dayanan İYİ PARTİ milletvekili Lütfü Türkkan 'ın
fabrika arazisinin sadece 6 metre karesinin orman arazisine dahil olduğu tespit
edilince tutanak tanzim edilip, devlet o kadar kısmı Lütfü Türkkan'nın
fabrikasına kiraya veriyor ama daha sonra bu kira protokolünü tek taraflı iptal
ediyor ve 6 metre karelik yeri de mühürlüyor.
Mangal tutuşturmaktan başka bir işe yaramayan, kendilerinin bile
itibar etmedikleri amiral konumundaki yandaş gazete; tek taraflı protokol
iptali ile mühürlenen 6 metre karelik yeri sadece ve sadece "Lütfü
Türkkan'nın fabrikası mühürlendi" diyebilmek için haber yaptı.
Ancak Lütfü Türkkan İYİ PARTI'de
etkin ve yetkin birisi olarak TV'lere çıkıp, Türk siyasetinde artık unutulmuş
olan edep ve adap dilini nezaket cümleleri ile bütünleştirip, aynı zamanda
siyasete seviye kazandırmaya yönelik yapmış olduğu konuşmaları ve kaliteli
muhalefet anlayışı dikkat çekince ve bu üslubun kazanımları İYİ PARTİ hanesine
yazılınca; belli ki AKP hükumeti bundan rahatsız oldu ve bir şekilde Lütfü
Türkkan vasıtası ile İYİ PARTI'yi cezalandırma yoluna giderek, korkutma ve
sindirme operasyonları geliştiriyorlar.
Lütfü Türkkan'nın fabrikası
üzerinden yürütülen bu sindirme hareketi; aslında iktidarın muhalefete
baskısının ne denli insan aklına ziyan hallerde olduğunu göstermiş oluyor. Yahu
en küçük bitişik arsalar bile ölçüldüğünde komşular arası bu kadar metre kare
itilaflar söz konusu olabiliyorken, 25 yıl önce kadastro geçmeden kurulmuş bir fabrikanın
arazisi ile devletin orman arazisi arasında 6 metrelik itilaf olması çok mu
ciddi mesele. Kaldı ki kimse inkar etmemiş, devletimin hakkı neyse buyurun alın
denmiş.
Be vicdansızlar, dört yüz beş yüz kişinin ekmek yediği fabrikaya mühür vuruldu nasıl dersiniz. Özellikle bu
günlerde teşvik bekleyen sanayiciye sadece siyasi düşüncelerle itibar suikastı
organize etmekten ne fayda umuyorsunuz. O fabrikanın enkazı Lütfü Türkkan'nın
torunlarına yeter de artar bile. Peki dört yüz kişinin rızkını kazandığı bir
kapıya kusmuk bırakmaktan ar etmez misiniz.
Ben Lütfü Türkkan'dan rica
ediyorum sizin topunuza mezarlık için o fabrika arazisinden toprak bağışlasın.
Siyasi provokatör Nametiner
M.Namertiner tam bir provokatör. Bu adam meşru bir siyasi
partiye sırtını dayayarak cumhuriyet değer ve kazanımlarına karşı öteden
beridir içinde taşıdığı kin ve öfkeyi kusmak için her fırsatı değerlendiriyor.
Bunu hep yapıyor.
İzmir'deki camilerde korsan okunan şarkı üzerine fikrini beyan
etmek için bir meczup provokatör puşta sipariş verildiği aşikar olayı daha da
gerilere taşıyarak ille de CHP'ye yamamak için zamanın hükumetinin faşist
İtalya'ya göndermiş olduğu mektup metninin Cumhuriyet gazetesinde yayınlanmasına kadar
işi götürdü.
AKP konuyu gene din tartışmasına
getirdi. Bundan da anlamamız gereken; tekrar ediyorum ki ikinci bir
"Kabataş Yalanı'nın tekrarı olabileceğidir. AKP Hükumeti bu eylemin
failini hiç bir zaman bulmayacaktır. Nedeni de; AKP'nin daha bugünden
nemalanmaya başlamış olmasıdır.
Öztürk Yılmaz ne yapmak istiyor
Ben de sanmıştım ki; Öztürk Yılmaz "Türkçe ezan ve
ibadet" den bahsedip, seçim arifesinde CHP'nin aleyhine bir propagandanın
zeminine çanak tutmak gibi bir gaftan dolayı ihraç edildiğini düşünerek;
CHP'nin mahalle baskısı nedeniyle kendisini ihraç edip, haksızlık yapıldığını
düşünmüştüm, geri alıyorum.
CNN'deki konuşmalarını dinledikçe kendisine yapılanın az bile
olduğunu düşündüm. Şu anda CHP seçmeninin oyları ile vekilliği devam eden bu
adam Kılıçdaroğlu'na yalancı diyor.
Bir
insan bu kadar çığ olabilir mi Allah aşkına. Bu çiğlikte nasıl parti kurup,
liderlik yapacaksın. Diyelim ki haklısın ve öfkelisin; kullanabileceğin en
uygun ifade "Sayın Kılıçdaroğlu beni anlamak istemedi, zaman ayırmadı,
beni dinlemedi" şeklinde olabilirdi ama "Yalancı" ifadesi son
derece kaba olmuştur.
Gazeteci Özlem Gürses
Gazeteci Özlem Gürses'i tebrik ediyorum.
D. Perinçek; AKP, VP ve MHP dışında her partiyi fetöcülükle
itham edince Özlem Gürses "Böyle itham ve iftiralar karşısında programda
bu partilere kendilerini savunma fırsatı verilmemesi büyük haksızlıktır"
diyerek bir anlamda A.Hakan'a "Bu işi yapacaksan doğru dürüst yap, böyle
gazetecilik olmaz" demiştir.
Bu tepkisini belki de bir daha bu programa çağrılmayacağının
hesabını yaparak da göstermeyi göze almış olabilir. Nihayetine bu programalar bu insanların geçim
kapısı, çalışma alanı.
Herkes kazancı yanında bir o
kadar da ekmeğini yediği mesleğinin onuruna sahip çıksa; belki de toplumu
yönetmek için birilerinin aklına ve organizasyonuna bile ihtiyaç duymayacağız.
Milletvekili Transferi...
Lütfen biraz samimi olun. Neymiş efendim "Milletvekili transferleri etik değil"miş. El hak; elbette doğru. Ancak bu anlamda, bu cümleyi kurabilecek kadar günahsız olduğunuza dair temiz kağıdını nereden aldınız.
Tek adamlılık ve otoriterliğiniz ile belki istemediğimizi dayatabilirsiniz ama gözlerimiz şahit oldu diye körlüğü bizlere dayatamazsınız. Sen kısasın, o uzun; yalan mı.
İYİ PARTI'de kıçlarının altındaki koltukları henüz ısınmamışken; hanenize buyur ettiğiniz vekilleri nasıl izah edeceksiniz peki.
soralmehmet@gmail.com