Kahvaltı talebi siyasi olarak ne anlama geliyor
Ben bu çıkışı çaresiz bir pişmanın; kendisini dinleyip
anlayabilecek bir ana yüreğine başını yaslayarak, tüm günahları sevapları ile
olup bitenleri anlatma ve nihayetinde gerekli dersi almış olmanın pişmanlığı
ile eve dönme ihtiyacı olarak görüyorum.
Bu manzara cumhur ittifakının oluşturduğu vesayeti yıkacağından;
Demirtaş'ın çıkışını İYİ PARTİ veya Meral Hanım'a atfen kesinlikle
"Terör" ile işbirliğine kadar varacak iğrenç ve alçakça bir
propagandaya dönüştüreceklerdir. Ancak Meral Hanım'ın gündem belirleyerek çok
zekice sürdürdüğü siyasi bir süreç ile bunları geçersiz kılacaktır.
Cumhur irtifakının; Apo'yu vesile kılarak Kürtler üzerine
inisiyatif geliştirme düşüncesini, kendisine son seçimde ısmarlama mektup
yazdırılması ve kardeşinin TRT ekranlarına çıkarılmasından anlamıştık. Buna mukabil
cumhur ittifakının Demirtaş'ın da Kürtler üzerine inisiyatif geliştirmesine
mani olmak gibi bir başka düşüncesi de o zamandan beridir devrede ve aktif
halde. Demirtaş'in bu çıkışı ilginç ama bir o kadar da hayırlı siyasi
gelişmelere vesile olacağını düşünüyorum.
Meral Hanım Türk-kürt ortak geleneğinde var olan "Kapıya
gelen misafire buyur edilir, bu misafir bir kan davalısı olsa bile" derken
aynı zamanda, zımnen de "Gelen misafir isterse kan davasını da
bitirebilir" demiştir. Meral Hanım ülke sorunlarını çözmeye odaklı siyaset
yapıyor, kin kusmak için poşet aramıyor. Demirtaş'ı buyur da etmeyebilir ama
bence eleştirilerinde heyecan arayanlar her şeyden önce Devlet Bahçeli
Demirtaş'in fikri önderi Ahmet Türk'ün serbest bırakılmasını niçin istemiştir,
onu sorgulamalıdırlar.
Bütün korku Meral Akşener'in Türk siyasetinde inisiyatifinin her
geçen gün belirgin şekilde kendisini hissettirmesidir.
Biz Türk milliyetçileri eğer ki; bu devleti ve milleti en çok
sevenleri olduğumuz iddiası ile her türlü bedel ödemeyi göze almışsak, bizatihi
1980 öncesi bunu fiili olarak yaşamışsak; PKK vesile kılınarak HDP üzerinden
sürdürülmek istenen ülkemiz ve milletimiz için baş belası olan sorunları çözme
hassasiyeti de yine bize düşer.
Ancak ülke sorunlarını çözmek adına "Keşke Yunan galip
gelseydi" veya "Cumhuriyet bir reklam arasıdır" diyenlerin
yetiştirmesi kadrolarla işbirliği şeklinde mümkün olmayıp, aksine bunlarla
sorunlar yumağını daha da büyüyecektir.
HDP veya PKK'nın her türlü emeli senelerce sürse bile canımız
sıkılacaktır ama hiç bir zaman muvaffak olamayacaklardır. Fakat "Keşke
Yunan galip gelseydi" diyenlerin veya Cumhuriyetimizi "Reklam
arası" görevlerin nelere muvaffak olduklarına hep beraber şahit olduk.
Kim ne derse desin bunu bilip bunu söyleyeceğim; 15 Temmuz
ihaneti, kendileri açısından bu kastettiğim zihniyetin ete kemiğe
büründürdükleri en ideal sonuçtur.
Dolaysıyla, HDP'nin PKK güdümünden kurtarılarak makul, hatta
(Fırsat yaratılarak) milli çizgiye çekilmesi adına her türlü inisiyatifi
cesaretlendirmek gerekir.
Not: Bu yazı yazılırken artık ülkemizde bir gelenek haline
gelmiş olan kumpasların hesabı yapılmamıştır.
Bir diğer husus İYİ PARTİ'de sade bir üyeliğim dışında hiç bir görevim yoktur. Tüm çabam bireysel inisiyatifim adınadır.
Biz mi düşman yaratıyoruz yoksa düşman mı bize musallat oldu
Öyle bir süreç içindeyiz ki, cumhur ittifakına güvensizlik öyle
hat sahaya geldi ki; biz mi düşman yaratıyoruz yoksa düşman mı bize musallat
oldu artık anlamak mümkün değıl.
Mesela Suriye'nin derdi niçin bizi gerdi. Ben de senden
şikayetçiyim; ille de birilerini ülkeme davet etmem mi gerekiyor. Suriye
halkının ödemesi gereken bedeli niçin biz ödüyoruz.
Mısır ile komşu bile değiliz. Mısır'ın demokrasisinin korunması
bizim taşoranlığımıza mı verildi. Türk'ün Bozkurt'u varken, Rabia'ya ihtiyaç
niçin hasıl oldu.
Ege'de 18 ada 18 yıl boyunca tek tek işgal edildi ancak işgaller
niçin bugün hatırlandı.
18 yıl boyunca yorgun ve yılgın düşündüğünüz ülkenin görünümü
elbette leşçi sırtlanların dikkatini çekecekti ve nitekim de çekti.
Türk milleti olarak elbete çaresiz değiliz, gereğini yapacaktır.
Ama ilk önce sürekli sizin o dostları kaybettiren, düşman kazandıran iradenizi
millet eliyle alıp bir yere koyacağız sonra da kurucu Başbuğ rahmetli
Atatürk'ün "Yurtta sulh cihanda sulh" ilkesini hakim kılacağız inşallah.
Bu olup bitenleri hiç unutmayacağız değil mi?
"Partili cumhurbaşkanlığı" sitemine geçiş süreci meşru
bir süreç olarak işlememiştir.
Eğer AKP'leşmiş devlet, Devlet Bahçeli marifeti ile MHP'de talep
edilen demokratik kongre süreçlerine müdahale ederek yüzde yüz aşikar olan
genel başkan dahil parti yönetimi değişikliğine engel olmasaydı; o günkü
konjonktürde tüm milliyetçisi camianın genel teamülüne göre yenilenmiş MHP
yönetimi ile meclisteki MHP vekilleri "Yeni sistem için referanduma
gidilmesi" kararına hayır diyerek, aritmetiksel olarak meclisten
referandum kararı çıkması mümkün olmayacaktı.
Sonra ne yaptılar; iplerini sağlam kazığa bağlayarak, halkın
referandum oylamasında istedikleri sunucun çıkmama riskini de ortadan kaldırmak
için sabah belli kurallarla başlayan seçim, öğleden sonra ilave dayatma bir
kural değişikliği ile mühürsüz oylar geçerli sayıldı. Sonra bu ilave dayatmanın
yasal olmadığını; çok ilginçtir ki itiraf edercesine yasal hale getirerek,
seçim kanununda değişikliğe gidildi. Aslında meşru olmayan bir sürecin tescili
demekti.
Bugün "Tek adam iradesi" ile bulunduğumuz konuma
gelmemizin nedeni yukarıda ifade ettiğim gibi bir anlamda MHP'nin kurumsal
iradesinin Devlet Bahçeli marifeti ile Devlete teslim edilmiş olmasıdır. Bu
süreç hiç bir zaman vicdanımda aklayabileceğim bir süreç olmayacaktır.
Dolaysıyla, Recep Tayyip Erdoğan'ı sadece AKP genel başkanı
olarak görmeye devam edeceğim. Bunu en azından kendi inanç, ilkelerim ve
kendime saygım gereği olduğunu düşünüyorum. Efendim denebilir ki halk seçti.
Doğru da birileri, karanlık odada, meşru olmayan şekilde ilk düğmeyi yanlış
ilikleyip sonra ışıkları açıp son düğmeyi halka "Buyurun son düğmeyi siz
ilikleyin" denince halk da isteneni yaptı. Halkın bunda bir kusuru yok.
Çünkü ilk düğmenin nasıl iliklendiğinden hiç haberi yoktu.
Lütfen bu olup bitenleri bugün çocuklarımıza, yarın
torunlarımıza anlatın ki; hiç bir nesil unutmasın. Belki engel olamadık ama hiç
olmazsa hafızlarımızda yeri kalsın. Ama torunlarımın şu eleştirilerine hep
hazırlıklıyım; "Dede ne kadar da safmış sınız yahu..."
Akit TV'nin kumpasları
Provokatör Akit TV'nin tuzağına maalesef Rubil Gökdemir Bey'i de
çekmeyi başardılar.
Rubil Bey Ege adaları ve kıta sahanlığı üzerine konuya son
derece vakıf şekilde izah ederken; Yunanistan'ın kendince ilan ettiği ve
Türkiye kara sınırına kadar dayanan taleplerinin ne derece haksız olduğunu
göstermek üzere meramını anlatmak için bir haritayı gösterdi.
İşte tam bu sırada provokatör Akit TV konuşmacısı istediğini
bulmuş gibi sadece Rubil Gökdemir değil hiç bir Türk milliyetçisine itham
edilmeyecek şekilde arsızca "Sen Yunan tezlerinin propagandasını
yapıyorsun" deyince doğal olarak şiddetli bir şekilde tepkisini
göstermiştir.
O provokatör elbette Rubil Beyin ne demek istediği pekala çok
iyi anlamıştı ama muradı programa katılımcı bir Türk milliyetçisinin şansında
Türk milliyetçilerini itibarsız kılmak, "Bakın Türk milliyetçileri bile
böyle düşünürken AKP buna itiraz edip, Türkiye'nin haklarını koruyor"
görüntüsü vererek, programın başından beri murad ettiği sunucu elde etmeyi
başarmıştı.
Akit TV'nin ne yapmak istediği, yayın politikasının ne olduğu
bilindiği halde, Türk milliyetçilerinin bu kanalın davetine niçin katılırlar
anlamak mümkün değil. Rubil Gökdemir gibi son derece donanımlı bir insana dahi
bunu yapmaya cür'et etmişlerse; bunların şerrinden şeytanla yüz yüze gelmek gibi
görüp kaçmak lazım.
Maske takmayana ceza keseceksin Giresun'da miting yapacaksın...?
Sen bu salgın ortamında Giresun'da binlerce insanı toplayıp
onlara nutuk atacaksın, Ayasofya'yı bir hafta boyunca insanlarla doldurup
boşaltacaksınız; evlatlarımızın nikahlarına gelince 400 kişilik salona sadece
100 kişi olabilecek, (Önümüzdeki günlerde belki de hiç kimse alınmayacak) toplu
resim yok, takı yok, tebrik yok" diyeceksiniz...
Bak muhterem, sizin Giresun açık alan toplantınız;
evlatlarımızın ömürlerinin müstesna bir kesitinde heyecanla giymeyi
bekledikleri ne damat kostümü, ne de kızlarımızın gelinliği kadar önemlidir.
Nasıl ki siz Giresun'da paşa gönlünüzce toplantı yapmayı kendinize hak bilip,
inisiyatif olarak görüyorsanız; çocuklarımızın en mutlu günlerini gönüllerince
yaşamalarına müsait ortamı sağlamayı da onlara hak, kendinize de vazife
bilmelisiniz.
"400 kişilik nikah salonunda sadece 100 kişi olacak"
diyerek bizleri niçin iki arada bir derede bırakıp misafirlerimizle sıkıntıya
sokuyorsunuz. Oysa ki; "Evlenen çiftler isterlerse iki şahit ile ilgili
belediyelere gidip imzalarını atarlar ama bunun haricinde yanlarında beşinci
bir kişi dahi olamayacak" derseniz daha tutarlı ve mantıklı bir karar
almış olursunuz ki; devletimizin millet yararına olumlu bir kararı der uyar,
hiç de yüksünmeyiz. Çünkü gerekçe makul ve mantıklı; sağlık savaşındayız.
Ancak böyle, milleti topyekun tehdit eden salgınla mücadelede,
siyasi saiklerle sadece egonuzun tatmini için şahsınıza ayrıcalık tanıyıp,
istediğiniz yerde, istediğiniz kalabalıkları toplayarak sağlık ordusunun
mücadelesine ihanet edip, masum insanların da hastalanmasına vesile olacak
ortamların oluşmasına neden olursanız; işte bu noktada evladının mürüvvetini
görmek isteyip zorunlu sağlık şartlarından dolayı hevesi kursağında kalan bir
babayı olsa olsa "İsyana" teşvik etmiş olursunuz.
Batı demokrasilerinde ister iktidar, isterse muhalefet liderleri
olsun böyle çifte davranışlarda toplumdan özür diledikleri gibi bazıları
istifayı bile düşünebiliyorlar.
Çay paketi atma ve onu kapma kavgası; atan açısından da kapmaya
çalışan açısından da klasik geri kalmış toplum refleksi dir.
Kendini bilen, varlığını değerli gören herkesin atılan çay
paketine karşılık "Senin haddine mi düştü" deyip atanı terslemesi
lazım.
Düşünün bir Danimarka, Norveç veya Almanya başbakanları
otobüsten halka çay paketleri atıyorlar. Çok komik değil mi. İlk akıllarına
gelecek olan; başbakanlarının bir sağlık sorunu yaşadığı olacaktır. Gelişmiş
demokrasi düzeyi ve sahip oldukları ortalama algı düzeyi bu ülke insanlarının
aklına başka bir şey de getirmez.
Kısaca...
Hiç bir tarikata aidiyet duymuyorum. Dolayısıyla, hiç bir riskim
de söz konusu değil.
Benim tarikatım aklımdır. Oturduğu temel; aklımın öncülüğünde,
çağdaş enstrümanların sunduğu imkanlar dahilinde, atamdan gelen bilgi ve
birikimimle Kuran'i ana eksene oturtarak inancımı yaşamak ve yaşatmaktır.
Mevcut imanımızı korumak için velev ki pırıl pırıl tarikatlar
olsa bile; tarikatlarda yapılan hatalar büyük yıkımlara, hayal kırıklıklarına
neden olmakta, sosyolojimiz darmadağın olmakta. Dolaysıyla sıkı bir denetimle
kayıt altına alınmaları ülkemiz, milletimiz ve hele ki dinimiz için daha
hayırlı olacaktır diye düşünüyorum.
Siyasetin tarikatlardan, tarikatların siyasetten nemalandığı
kısır bir döngü var olduğu sürece; tarikatların bu ülke için somut hiç bir
faydası olmayacaktır. Siyaset bunlardan beslendiği için hangi siyasi parti
iktidara gelirse gelsin kayıt dışı oluşlarına göz yumulup, hiç bir zaman
denetime tabi olmayacaklardır.
Din bilgisi tercihe bağlı olarak ama bir matematik, bir Türkçe
kadar önemsenerek ilköğretim düzeyinde okullarda verilmelidir. Cami imamları
mesailerinin çoğunu cami dışında geçiriyorlar. Yaz aylarında çok eskiden beri
devam eden din bilgisi öğretimine daha düzenli şekilde devam edilmelidir.
Kısaca...
TV'deki haber programlarını izliyorum. Cumhur ittifakı
kontenjanından MHP adına katılan konuşmacıların cansiparane AKP söylemlerini,
üstelik de içselleştirerek savunmalarını dinliyorum.
Her ne kadar MHP'den kopuşlar Devlet Bahçeli'nin genel
başkanlığına ve yönetim anlayışına bağlanmış olsa da; Türk milliyetçileri
arasında oluşan bu denli söylem ve görüş farklılığı; aslında eninde sonunda
zorunlu olacak bir ayrışma, Devlet Bahçeli eleştirisi üzerinden öne çekilmiş
oldu.
Ya da bu konuşmacılar AKP'ye karşı takiye yapıyorlar. Başka da
aklıma bir şey gelmiyor.
soralmehmet@gmail.com