3 Haziran 2009 Çarşamba

SOHBETLER -2

Mustafa Dayı köyden kasabaya pazara gider. Dönüşte et alır. Eve döndüğünde paketi rastgele bir yere koyar ve etrafı kolaçan etmek için dışarı çıkar. Bir süre sonra döner ve hanımına ‘’şu eti kavur da yiyelim der’’ ancak hanımının etten haberi olmadığından biraz da şakınlık içinde karşılık verir ‘’
-herif ne eti?
-bugün pazardan aldığım et.
-nereye koydun?
-şuralara biryere koydum herhalde...
-işte gördğün gibi et met yoktur ortalıkda, aklınımı yedin sen herif ?
-ulan ne demek istiyorsun sen. Karnım acıkmıştı yemek yemedim, et aldım ki hep beraber yiyelim diye.
Mustafa Dayı ve hanımı evin muhtemel birkaç yerine göz atarlar ama paketini bulamazlar. Mustafa Dayı şaşkın ve olabildiğince de öfkelidir. Bir ara dışarı çıkar birde ne görsün! kedi bahçede yalanıp duruyor. Durumu hemen çakar, eti yiyen kedidir.
-Ulan kedi bu yaptığın bir değil iki değil , ne süt bıraktın ne yağ ne de yoğurt. Ben sana yapacağımı bilirim der.
Hemen o anda kediyi cezalandırmayı düşünür. Bu arada köpek de Mustafa Dayı gbi ön ayakları ve kıçı üzerine oturmuş kediyi seyretmekte. Köpek sanki yalakalık olsun diye kediyi cezalandırmak için Mustafa dayıdan komut beklemektedir. Bir süre sonra kediyi yakalar ve kuyruğunu köpeğin kuruğuna bağlar ve o şekilde her iki hayvanı kendi hallerine bırakır. Kedi ile köpek üstüste altalta yuvarlanmaya başlarlar. Topak şeklinde bir havaya zıplıyorlar bir yere düşüyorlar.Hasatı yeni kaldırılmış buğday tarlasında, toz duman içerisinde feryat –ı figan edip bir süre sonra derenin öbür tarafına geçerler, gözden kaybolurlar.
Bundan sonrasını Mustafa Dayıdan dinleyelim.

-Fakat evladım Mehmet, bir zaman sonra baktım ki bizim kedi geri gelmiş. Duvarın dibinde yalanmaya devam ediyor, köpek ise eli yüzü cırmık yarası ve kan revan içerisinde, dili dışarıda hiç mecali kalmamış bir vaziyette yere uzanmış tarlanın alt başında derin derin soluyarak yatıyor. Bir kedi koskoca köpeği o hale nasıl getirmişti, nasıl alt etmişti hala aklım sırrım almıyor.. Benimle dalga geçer gibi yalanıp duruyordu.
******
Yine zamanın birinde Mustafa Dayı’ların bir köpeği vardır. Hayvanın zaman zaman tavuklara dalma, koyunları boğma gibi huyları varmış. Günlerden birgün köpek yine köyün en haşarı, en korkulan adamının koyununu boğar, telef eder.
Mustafa Dayı bu duruma çok öfkelenir.
-Oğlum Mehmet canım çok sıkıldı. Recep Ağa’ya gelde laf anlat, söz dinlet bakalım dinletebilirmisin. Hemen o an kendi kendime düşündüm.
- Ulan köpek, Ali’lerin tavuklarını yedin bir şey demedim, falancanın kuzusunu boğdun bir şey demedim, sen bula bula munzır Recep’in koyununu mu buldun dedim ve o an köpeğin idamına karar verdim. Amca oğlu Rasim’i de yanıma alarak köpeği bahçede ağaca asarak idam ettik.

****

Mustafa dayı sohbete devam ediyor.
-Yine günlerden bir gün ortaköyde tarla ekiyorum. Ben öküzlerle tarlanın öbür başına gidiyorum arkama bakıyorum ki tarlanın yanındaki evlerin tavukları tarlaya serptiğim tohumları topluyorlar.Tavukları kışkışlıyorum, kovuyorum ama bir süre sonra gene aynı şekilde ektiğim tohumları topluyorlar. Etraftaki evlere bağırıyorum ki şu andır tavuklarınıza sahip çıkın, ama lafımı dikkate alan, sesime kulak veren kimse çıkmıyor.
Artık tahammülüm son kerteye gelmişti ki bir taş attım tavuklardan birtanesi tepeteklak dönmeye ve çırpınmaya başladı bir süre sonda da olduğu yere yan yattı.
Oğlum Mehmet tavuğun cansız bedeninin yere düşmesi ile uzun bir süredir sesime kulak vermeyen , bağırtılarımı dikkate almayan evden hışımla çıkan bir kız çocuğu olanca öfkeyle yerden aldığı taşlarla bana saldırmasın mı? Bu çocuğa diğer çocuklar da katıldılar. Nihayetinde öküzleri tarlada bırakarak çareyi kaçmakda buldum. Sanki tavuk yere yığılınca benim varlığımı fark etmişlerdi.

MUSTAFA DAYI İLE SOHBETLER

Çocukluğumdan beri, yaşlı insanlarla sohbet etmeyi, onların anılarını dinlemeyi çok severim. Özellikle köy ortamında yaşanmış olayları ve o kültürü içeriyorsa, ilgim dahada artar. Çünkü bu anıların içerisinde cahilliğin getirdiği masumiyeti, çaresizliğin getirdiği çırpınışları, ekmenin, biçmenin çapalamanın getirdiği umudu ve bütün bunlara karşı şükretmenin, kanaatkarlığın, tevazunun ne demek olduğunu müşahade ederim. O insanları, “efendileri’’ dinledikçe huzur bulurum. Onlara göre, hala çok şanslı olduğumu düşünürüm. Şahsen herkese bu tür sohbetleri tavsiye ederim. Göngörmüş insanlarla sohbet etmek, insanı biraz rehabilite ediyor diye düşünüyorum.

Rahmetli Mustafa Dayı da sohbetlerine doyamadığım birisiydi. Hemişehrim, köylüm olan Mustafa Dayı’nın sohbetlerinin müdavimi yanlız ben değil onu tanıyan tüm hemşehrilerimizdi. Öyleki, müşterek ilgimizin sonucu olsa gerek, bir zaman sonra adeta ‘’Mustafa Dayı ile sohbetler’’ serisi başlamış oldu. Motivasyonunun kaynağı, kızarmış tavuktu. Müdavimler kızarmış tavuğu bazen ortaklaşa bazende sırayla alır, çatkapı Mustafa Dayı’ya sohbete giderdik.

Okur-yazarlığı olmayan, anlaşılacağı üzere nüktedan birisiydi. Allah birde üstüne üstlük bu yapısına yaraşır fiziki bir görünüm vermiş. Zayıf, çelimsiz en fazla ellibeş altmış kilo gelebilen, fakat tahminen kendi ağırlığından hayli fazla yükü taşıyabilen, kapkara denecek kadar esmer, ince bıyıklı, ufacık gözlü birisiydi. Hamallık yaparak geçimini temin ederdi. Adeta taşıdığı yükün altında kaybolurdu. Arkasından Yürüyüşünü izlediğimizde bacakları birbirine ha dolandı ha dolanacak zannederdik. Oysa hiç de sanıldığı gibi değildi. Sanırım vefat ettiğinde seksen yaşına yakındı. Yetmişbeş yaşına kadar da hamallık yapmaya devam etti. Mustafa Dayı okumuş, tahsil görmüş, büyük makamlara gelmiş bir çok hemşehrilerime nazaran kendisi ile gurur duyduğum ender insanlarımızdan birisiydi.

Sayın okurlar, Mustafa Dayı ile olan sohbetlerimden bazı anekdotları sizlerle paylaşmak isterim. Amacım, sizleri biraz olsun gülümsetebilmenin yanında , şahsen çok faydalandığım, dersler çıkardığım o tatlı sohbetlere sanal alemde misafir etmektir.

Mustafa Dayı her Türk genci gibi zamanı geldiğinde askere gider. Kendisinden naklediyorum.
-Yuvadan yeni uçmuş cücük gibi, uzun bir meşakkatden sonra kendimi nizamiyede buldum. Neyse, tarif üzerine birliğimi buldum, teslim oldum. Bana hayli büyük gelen elbiseleri giyindim. Tabi ki oğlum, bu cüsseye elbise ne yapsınki. Pantolonumun paçaları yerleri süpürüyor, ayakkabılar çocuk beşiği gibi ayağımda, ne kepin benden haberi var ne de benim kepten. Öylece dışarıya çıktım. Hemen kapının yanında, şöylece bir etrafıma bakayım dedim ki...
-Asker!!!! Buraya gel.
Diye bir ses duydum, ancak hiç de oralı olmadım. Çünkü kendimi o kadar yeni hissediyordum ki seslenilen askerin ben olabileceğim aklımdan bile geçmedi. Hiç de umursamamıştım. Genede sesin geldiği tarafa şöyle bir bakayım dememle birlikte enseme yediğim tokatla sarsıldım. Şiddetli bir baş dönmesi ile kendimi yerde buldum. Sendelemekten doğrulup ayağa kalkamıyordum. Derdimi anlatacağım ama kim dinliyorki. Çavuş hem vuruyor hemde;
-sen yemekhaneden kaçarsın ha!!! Diye bağırıyordu.
-komutanım ben yemekhanenin nerede olduğunu bile bilmiyorum ki...
demeye çalışıyorum ama üst üste gelen tekeme tokatdan fırsat bulup lafımın sonunu bir türlü getiremiyordum.
Nihayet o yorulmuş, bende tükenmiştim ki beni dinlemeyi tenezzül etti.
-Ne yapıyorsun sen burda!!!
-Yeni teslim oldum komutanım. Elbisemi giyip daha yeni dışarı çıkmıştım...
-tamam tamam pantolununu çek, üstünü başını düzelt
dedi. Kepimi de o yerden alıp bana verdi.
Çavuş durumu anlamıştı. Üzüldüğü de belliydi. Öylece çekti gitti.

Bir köşeye oturup epeyce ağladım... Anamı gözümün önüne getirip, onunla konuştum.
-Ah anam... benim dul anam... senin oğlun ne hallerde biliyormusun? Oğlunun habu... hallerini görsen çırpınırsın, yüreğin yanar değilmi? Bu askerlik bitermi ana he... biter mi ? Bismillah, asker ocağının kapısından içeriye girer girmez bu kadar ‘’sopa’’ yersem içeride kimbilir daha neler olacak, başıma neler gelecek anacım. Ana, herhalde biz birdaha zor bir araya geliriz.. dedim... dedim... ağladım. O an için askerliğimin hiç bitmeyeceğini düşünmüştüm.

-Lakin, Mehmet evladım, bu çavuş o sopadan sonra beni çok tutdu. Çavuş kadar güçlüydüm sanki. Çekiniyorlardı benden. Kimse benimle didişmeye cesaret edemezdi. Niye? çavuşa söylerim diye. Baştan temiz bir sopa yedim ama sonradan o sopa sayesinde çok rahat ettim. İşte çavuşla bizim ödeşmemiz de böyle oldu oğul.
....
Yine Mustafa Dayı henüz genç bir delikanlıyken, bir gün yetimliğinin omuzlarına yüklemiş olduğu sorumluluk gereği ilçeye tuz almaya gitmesi gerekir. (O zamanlar tuz çuvallarla alınır, hem yemekler için hem de havvanlara vermek için kullanılırdı) Katırını semerler, heybesini üzerine yerleştirir. Annesinin hayır duasını alıp, gece yarısı yola çıkmak üzeredir ki amca oğlu Rasim Dayı, kış boyunca yedireceği samanı olmadığından, zayıf ve bakımsız, yaza çıkma ihtimali hayli zayıf olan merkebini de beraberinde götürerek köyden uzak bir yerde ‘’azıtmasını’’(uzak bir yere terk etmek) ister. Yine devamını kendisinden naklediyorum.
-Mehmet oğul, katıra bindim. Eşeğin ‘’yular’’ını da katırın semerine bağladım. Ben katırın üzerinde, önde, eşek arkamızda yola koyulduk. Gün ışımaya yüz tutmuştu ki ırmağın üzerinden, köprüden geçmek üzereyiz. Tam ortasına gelmiştik, eşek inat etti ben bir adım daha atmam diye. Katır da ona inat, ben de yola devam edeceğim diye . Katır eşeği çekiyor eşek katırı. Irmağın da en azgın zamanı. Sular kayalara çarpdıkça metrelerce yukarı sıçrıyor, üstümüz başımız ıslanıyordu. Köprü çok dar. İki ‘’atlı’’ yanyana geçemiyor. Bacaklarım tir tir titremeye başladı. Hayvanları zapt edemiyorum. Bende onları yenecek güc nerde.... Baktım üçümüzde ırmağı boylayacağız. Hemen karar verdim. Çakımı çıkardım. Katırın semerinin arka kancasına bağlı olan eşeğin, hayli gerilmiş yularına bıçağı çalmamla, eşeğin ırmağı boylaması bir oldu. Eşek sırt üstü ırmağa düşerken, yukarı doğru bakan ön nalları ile sanki bize el sallıyordu. Eşek ırmağa biz yolumuza devam ettik. Bir ara arkama dönüp baktığımda ırmak kenarında bekleşip, su akıntısından odun kapan köylülerin eşeğide ağaç kütüğü sanıp, ona doğru koşuştuklarını fark ettim.

Vadiyi aşıp, düz yola çıktık. Bir zaman sonra yanımızdan bir ‘’atlı’’ gelip bizi geçti. Önümüzdeki tepeyi aşıp gözden kaybolduğu an köpek havlaması ile bir el silah sesini duymamız bir oldu.. Nihayet bizde tepenin öbür yüzüne geldiğimizde; yerde, yola boylu boyunca uzanmış, ensesinden ve ağzından kan akan, kurbanlık koç gibi arka sağ bacağını habire geriye doğru atan, ağız kenarları içe doğru çekilmiş, beyaz ve sivri dişleri olabildiğince fark edilen, can çekişen köpeği gördüm. Besbelliydiki köpeği vuran az önceki atlıydı. Köpeğin vurulduğunu fark eden köylü çoluk çocuk, genç ihtiyar sökün edip bize doğru koşmaya başladılar. Ben felaketi sezmiştim. Ama çok geçti. Hepisi üzerimize çullandılar. Gelen giden bana vurdukları gibi katırada vuruyorlardı. Silahı bulmak için semeri cırım cırım yırttılar, darmadağın ettiler. Yalvarıyorum onlara, köpeği ben vurmadım, silahım da yok diye ama ne fayda. Bana çok sopa attılar. Katırı bile telef ettiler. En nihayetinde yaşlı bir adam köylüye;
-hele bidurun bakalım!.. birde adamı dinleyelim
dedi de bende öylece kurtuldum. Köpeği öldüren adamın az önce buradan geçen atlının olabileceğini, tepenin öte yüzüne yeni aştığını söyledim. Böylece beni azat ettiler oğul.

İlçeye vardığımda bitkin vaziyetteydim. Her yanım ağrıyordu. Semer darmadağındı. Tamir ettirmem gerekiyordu. Bir semerci bulup tamiri yaptırdım. Ancak tuz alacak param da kalmamıştı. Anama ne diyecektim ben. Tekrar tuz almaya gidecek ne paramız vardı ne de zamanımız. O harcadığım parada sattığım son tekenin parasıydı. Çaresizdim. Akşam olmadan köye dönmeye karar verdim.

Eşeğin akibetine doğrusu üzülmüştüm. Merak da ediyordum, hayvanın sonu ne oldu acaba diye.
Dönüşte köprüden geçerken en azından belki eşeğin leşini görürüm ümüdiyle ırmak kıvrımlarının, kayalıkların etrafına göz gezdirdim. Birde gördümki eşek zor bela bir adacığa ön ayakları ile tutunmuş, bir adamda yarı beline kadar suda ona erişmeye çalışıyor. Sonunda adam eşeği kıyıya çıkarmayı başardı. Bende içimden bir oh çektim. Eşeğin kurtulması da bana yediğim dayağı unutturdu oğul.

Yine Mustafa Dayı anlatmaya devam ediyor.
Bizim Rasim o sene kışı geçiripte yaza girdikten sonra hayvan pazarına eşek satınalmaya gitmiş. Bakımlı, temiz semerli bir eşek bulup almış. Hayvan pazarından köye dönerlerken, eşeğin yolun acamisi olmadığını fark etmiş. Eşek önde kendisi arkada, köyün yol ayrımına kadar gelmişler.
O da ne? Eşek mahalle yolunuda şaşırmıyor. Hayda! ahırada kendisi gidiyor. Ahırdaki yerini de alıyor.
Rasim Dayı Mustafa Dayıya;
Amca ne kadar akıllı hayvan yahu. Köyü de, mahalleyi de, ahırı da kendisi buldu.
Mustafa Dayı ahıra gider, eşeği şöyle bir süzer ve
-Ulan oğlum bu eşek zaten senin eşek, azıttığımız eşek değil mi?
Yapma yahu!...

Mehmet Soral

Not:Mustafa dayı ile sohbetlere devam edeceğiz.

6 Mart 2009 Cuma

ORDU KARŞI OLDUKLARINI MI İKTİDARA TAŞIYOR?

Bugün Türkiyede siyasi gündem her sabah farklı bir heyecanla başlıyorken maalesef
bu hareketlilik MHP’yi hiç ilgilendirmiyormuş gibi partiden ses seda çıkmıyor.
Partinin genel başkanı dışında diğer yetkilileri zaman zaman televizyonlarda görüyor, gazatelerde demeçlerini okuyoruz ama Türk siyaseti ve millet Sayın Bahçeli’yi tv’lerde görmek istiyor. Artık meydanlarda kitlelere, kimse kimseyi kandırmasın taşıma insanlara hitap etmek bir meziyet olmadığı gibi verimlide değildir. Kitlelere ulaşmanın tek yolu ailelerin evlerine girmektir.
Maalesef sayın Bahçeli kitlelere ulaşmanın bu yöntemine her ne hikmetse başvurmak istemiyor. Televizyonların davetlerini kabul etmediğini Sayın Fatih Altay’lının köşesinde
Yazdığı yazından öğrendik. Sayın Taki Doğan’ın da Habertürk kanalındaki beyanatından öğrenmiş olduk ki Sayın Bahçeli ilk canlı yayına bu kanalda çıkacakmış, tarihide belli değil ama çok geç olduğunu düşünüyorum.

Bu partinin planı, projesi seçim beyannamesi velhasıl her şeyi vatan, millet sevgisine endekslenmiş. Hala AB konusunda siyasi görüş netleşmiş değil. Teşkilatlarda bu konuda
Çıkan tartışmalar saatlerce sürüyor ama hiç bir neticeye bağlanamıyor.
Genel Kurmay Bşkanlığı muhtıra verdi hala MHP’nin bu konudaki görüşü nedir, yorumu ne olmuştur, millet öğrenemedi.

Ancak bir Türk milliyetçisi olarak benim görüşüm şudur.
Anlaşılıyorki 12 yaşında askeri okullarda okumaya başlayarak Asker ocağına giren ve ileriki yıllarda kurmay olan ordu mensuplarımız paket programlarla yetiştirildiklerinden milletin gerçekleri ile iç içe olamıyorlar. Dolayısıyla millet neden hoşlanır, neden hoşlanmaz bunun değerlendirmesini sayın kurmaylarımız yapamıyorlar.
Ordumuz kaç defa ihtilal yaptı, kaç defa muhtura verdiği halde ihtilale gerekçe olan siyasi parti ya da akımlar bütün bunlardan ders alamadıkları gibi, ordu da maalesf elde ettiği sonuçlar itibariyle ders çıkaramıyor. Çünkü ordu bilmeliki DP ‘ye karşı yapılan ihtilal sonrası bu partinin felsefesine inanmış insanlar daha güçlü bir şekilde iktidara gelmişler. 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 sonrası da aynisi olmuş, Ordunun Turgut Sunalp’ın MDP’sini işaret etmesine rağmen millet Özal’ı yani ANAP’ı tercih etmiştir. 28 Şubat sonrası milletin orduya karşı tepkisi maalesef yine bugün kendisine muhtura verilen AKP’yi yaratmıştır. Maalesef ve maalesef ki önümüzdeki seçimlerin siyasi partilerdeki yansıması yine verilen son askeri muhturanın yarattığı tepkilere göre şekilleneceğinden korkuyorum.

Ordu niçin 28 Şubattan ders almayıp da gene dini bir takım olay yada sahneleri baz alarak
Muhturaya gerekçe kabul ediyor anlamak mümkün değil. Oysa muhturaya mesnet teşkil edecek başak bir sürü gerekçe olabilir. Mesela şunu diyebilir di ‘’ Dağlarda benim mehmetçiğimi şehit eden terör örgütü mensuplarının cenazelerini kaldıran belediye başkanları hala görevlerine devam ediyorlar, devlet dahi olmayan bir bölgenin aşiret liderlerinin Türk devleti ve Milletine karşı aşağılayıcı demeçleri karşısında hükümet yetkililerinin suskunluğunun ve sabırlarının anlaşılamadığı, misyonerlik adı altında bir çok ajanın Türkiye de kol gezdiği, bunun fütursuzca yapılması sonucu ilginç ve o kadar da karmakarışık cinayetler serisinin olduğu, adeta Türk devleti ve milletinin hak ve hukukunu yok sayan petrol yasasının çıkarılması, topraklarımızın yabancı petrol şirketlerine peşkeş çekilirken, çıkacak petrolün çıkarıldığı bölge belediyelerinin gelirlerine eklenmesi (sözkonusu bölgelerin Türkiyeden koparılmak istenen hasas bölgeler olması), AB komiserlerinin, elçilerinin; Atatürk sevgisinin ve O’na bağlılığın ifadesi olan Türk milliyetçiliğinin yükselen değer olması nedeniyle terk edilmesi gerektiği şeklindeki tavsiye yada dayatmalar karşısında hükümetin sessizliğinin ve tepkisizliğinin anlaşılamadığı, ordumuzun terörle mücadelesinin siyaseten yeterince desteklenmediği hatda dağda öldürülen terörüstün nasıl ve ne şekilde öldürüldüğü konusunda AB yetkililerine verilen sözler gereği ordu mensuplarının (çatışmada bulunan komutan) ifade verdikleri, bu tavizlerin terörle mücadeleyi zaafa uğrattığı, bu toprakları vatan yapan Türkler adeta sıradan bir azınlıkmış gibi değerlendirilip, ev sahipliği inkar edilip üstelik Türkiyelilik gibi ucube bir kavramla adının silinmesi istenmekte, özbe öz Türk olan alevi insanlarımızın azınlık oldukları şeklindeki AB ve ABD dayatmaları, Kaldani, yezidi, laz, çerkez, gürcü gibi Türk milleti içinde nisap olarak hiç bir ciddi yekün olmayan etnik azınlıklar ciddi bir yekünmüş gibi değerlendirilirken bu dayatmalara karşı ciddi bir tepki gösterilmemiş olması üstelik bu iddiada bulunan insanların ya da kurumların futursuzca eylem ve propagandaları karşısında hükümetin tedbirler almamış olması, özelleştirmelerin hiç de stratejik önemine dikkat edilmediği, yüzde altmışlara varan bankacılıktaki yabancı sermayenin yani sıcak paranın yabancıların kontrolünde olmasının hükümetde hiç bir endişe yaratmaması anlaşılamamıştır’’ diye biten bir muhtura AKP’nin oylarının yükselmesine değil, düşmesine vesile olurdu. Maalesef bu muhturada gerekçesi olduğu karşı güce omuz vermiş, güçlenmesine vesile olmuştur.

Acizane tavsiyem Genel Kurmayımızın enformasyon kolu olmalı ve halkla iç içe olup, milletin hangi durumlarda ne düşündüğünü tesbit eden, bunu rapor haline getirip kendi yetkililerine sunmalıdır. Mesela bu millet, yüksek rütbeli bir ordu mensubunu her yerde, yanında görmek istediği gibi camide de görmek ister. İslam bu milletin bir gerçeği olduğuna göre orduda bu milletin bir gücü, kurumudur. Milletimiz Genel Kurmay Başkanımız ya da bir kuvvet komutanımızın sivil kıyafetle Anadolumuzdaki herhangi bir köy camisine uğrayıp, orada kendileri ile beraber Cuma namazı kılmasını ister, hatda geçerken uğrayıp selam vermesini bekler. Bu durum onları çok onurlandırır ve gururlandırır. Rahmetli Atatürk bunu yapmış, camide hutbe okumuştur. Bu benim yüzde yüz önemsediğim şahsi bir bekletim olmadığı gibi bunu yapmayan ordu mensubunu kınamam ve iyi bir asker olması içinde şart olarak ileri süremem ama şuna yüzde yüz inanıyorumki milletimiz askerimizden bu anlamda bir değişim bekliyor. İşte o zaman bu milletin oyları da askerimizin arzuladığı şekilde yönlenecektir. Şunun şurasında seçimlerin yapılmasına üç aya yakın bir zaman kaldı. Bu muhturanın başarıya ulaşması için ordumuzun yukarıda ifade etmeye çalıştığım manada bir strateji değişikliğine gitmesi gerekiyor diye düşünüyorum. Bu strateji AKP’nin mağdur olma politikasını sabote edecektir. Mademki bu hükümete bir muhtura verme göze alındıysa bununla beraber strateji değişimide göze alınmalıdır.
Yoksa bu gidişle mağdur edilmek istenenler güç olarak hatda daha da güçlenerek geri dönüyorlar. Bu durum beni çok endişelendiriyor.

Mehmet Soral
Nisan 2006

27 Şubat 2009 Cuma

AB DİYE DİYE....

Vicdani sorumluluklarımızı yerine getirmeye devam ediyoruz.

Sitemizin değerli ziyaretçileri, kıymetli okurlar bir önceki yazımda ''Türk'ün tarihinde kendisine yaptığı kötülüğü, daha hafif bir ifade ile ihmalkarlığı''nı dile getirmiş ve bu yöndeki kanatimi de verdiğim örneklerle ifade etmeye çalışmıştım. Genellikle dikkate aldığım dönem Osmanlı dönemiydi.

Ancak bugün de müşahade ediyoruz ki kuruluş felsefesi Türk Milliyetçiliği ülküsüne dayalı ve yüzde yüz milli olan Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nde de ayni akibetin belirtilerini bilhassa son zamanlarda sözümona üyesi olacağımız AB süreci dayatmalarında yaşamaya başladık. Neredeyse Türkiye Cumhuriyeti Develeti'ne ve Türk'e kötü muamelede bulunmak, hakaret etmek geçer akçe oldu.

Geçtiğimiz günlerde, Sayın Sadi Somuncuoğlu, Aydınlar Ocağı'nın davetlisi olarak Süleymaniye Kültür Merkezinde AB süreci hakkında verdiği konferansda, AB ve Türkiye'nin AB macerası ile ilgili ciddi ve o kadar da mükemmel çalışmasını biz dinleyenlerle paylaştı. Ben şahsen kendisini laf üretmekten ziyade bilgi ürettiği için tebrik ediyorum. Zira bu konuda daha önce kitabının yayınlandığını bugünlerde ise bir yenisinin yayına hazırlanacağını ifade etti. Ayni konferansda Sayın Doçent Dr. Emin Gürses'in sunumu, Sayın oturum Başkanı Prf. Dr. Mustafa Erkal'ın katkıları ile AB konusunda enine boyuna bilgi sahibi olduk. Sayın Souncuoğlu işin vehametini o kadar güzel izah ettiler ki içimiz ürperdi, kanımız dondu, ''Hay Allah kahretsin bu kadar da olmaz ki''dedirtti.

Sayın Somuncuoğlu'nun ''tam birinci sınıf bir çalışma'' diye nitelendirdiği İHD (PKK'nın yan kuruluşu, İnsan Hakları Derneği)'nin Türkiye’de insan haklarına dair yaptığı çalışmayı ve bu çalışma metinlerinin kitap haline getirilmiş halini bizlere gösterdi. Burada Sayın Somuncuoğlu’nun özellikle üzerine vurgu yaptığı konu, AB'nin Türkiye'den istekleri yani ''ev ödevimiz'' ile İHD-PKK'nın, kitapda belirtildiği gibi Türkiye'den taleplerinin tamamen örtüşüyor olması ve bu çalışmanın 6 Ekim 2004 AB ilerleme raporundan çok önce hazırlanmış olmasıydı. Buradan çıkarılacak mana; Kürt entelektüelinin, Türk hükümetinin dış işlerinden daha aktif ve ne istediğini bilmesinin yanında, bunun için gerekli olan çalışma stratejisinin ne şekilde ve hangi zeminde olacağını biliyor olmasıdır. Peki bütün Kürt entellektüelleri böylemi düşünür? Ben şahsen farklı düşünenleri tanımadım. Devletin yanında olduklarını, yaklaşık yirmi yıldır süren PKK vahşetini kınayan hiç bir Kürt sivil insiyatifini gördünüz, duydunuz mu? Diyarbakırda devletin yaptırdığı, ‘’korucu’’ katılımlı gösteriler hariç. Bu gösteriler İstanbul veya Ankarada olsunda işte o zaman biraz inandırıcı olur ama mümkün değil.

Güya Türkiyede ‘’insan hakları’’konulu İHD'nin hazırladığı rapor ve bu raporda belirtilen taleplerin tabiki asli unsur olan Türkleri ilgilendiren, onların sorunlarına dile getiren bir tarafı yoktur. Kürtlerin yoksulluğundan, açlığından, yaşadıkları bölgenin maduriyetinden ve devletin verdiği hizmetlerin azlığından bahsederler.Yüzlerce Mehmetçiğin kanını akıtan, şehit eden binlerce insanımızı telef eden PKK katillerinin hapishane hayatlarınnın daha da iyileştirilmesinden hatda ve hatda yedikleri yemekden tutalım da yattıkları yataklara kadar daha lüks bir hapishane ortamını dile getirip, hayallerindeki cenneti hapishanede yaşamak isterler. Devletin gazisine yaşatamadığı konforu katiline yaşatmasını isterler. Şikayetçi oldukları bir çok problemin kendilerinden kaynaklandığını bildikleri halde bunu kasıtlı olarak ifade etmezler, saklarlar. Devlete karşı çıkarlar ama esasında kendilerini sömüren ağalık düzenine karşı çıkmazlar. Mesela, İHD mensupları Güney Doğuya gidip ayni insanlara ''açlıktan ölüyorsunuz 400.-YTL'lik çanak antene ne ihtiyacınız var'' demezler(çünkü MED TV'yi izlerler). Ayni İHD mensupları Artvin'e, Rize'ye veya Kastamonu'ya gidip insanların hal ve hatırını sormazlar.
Çünkü onlar Kürt değiller. Gene, Güney Doğuda şikayetçi oldukları yoksulluğun belkide en önemli nedenlerinden biri olan kalabalık nüfus gerçeğini dile getirip nüfus planlamasının gerekliliğini gündeme taşımazlar. Çünkü nihai hedefleri Türk nüfusunu geçebilmek ve belkide otuz kırk yıl sonra asli unsur olarak bugünkü coğrafyamızda Kürtlerin sayıca çok, Türklerin de azınlık olduğu bir devletin sahibi olmak. Kürt aydınları bu insanlara nüfus planlamasına gitmelerini öğütlemezler. Diyelim on çocuklu yoksul bir ailenin bu çocuklarından belki ikisi yanlarında kalır, ikisi dağa çıkar kalanıda büyük şehirlere gider gaspçı, tinerci olur ya da otopark mafyasının, kaçakçının maşası olup devletin başına bela olurlar.Türkiyeyi AB’ye şikayet ettiklerinde sorumsuzca doğurganlığın yarattığı sonuçtan bahsedip, bunun olumsuz etkilerinin nasıl bertaraf edebilineceği konusunda talepde bulunmazlar ama her ne hikmetse kendi ana dillerinde konuşamadıklarını, eğitim alamadıklarını söylerler. Çünkü hayal ettikleri Kürt devleti için nüfus lazım, TC devletini de yıkmak için başına bela lazımdır. İşte özellikle son yıllarda artış gösteren gasp ve tinerci vahşetinin kaynağının bu olduğuna inanıyorum. PKK bu şekliyle şehre inmiştir. Her gün basından, Diyarbakır’dan organize edilen çete elemanlarının yakalandıklarını öğreniyoruz. Nasılki PKK yıllarca Kürt köylerini basıp katliam yaptıysa şimdi de Kürt çocuklarını kullanarak eylemlerinin şeklini ve mekanını değiştirmiştir. Bütün bu suç unsurlarının arkasında Kürt entelektüelleri vardır. Sözümona AB ve diğer Avrupa kuruluşları, yıllarca PKK’yı terör örgütü olarak kabul etmediler ama onun değişik versiyonu olan ama Türkiye’yi ‘’suç oranı yüksek ülke’ katogorisine sokan tinerci, gaspçı vahşetini Türkiye’nin zaafiyeti kabul edip, suçlayabiliyorlar.

Zaman zaman Kürt Entellektüellerin yaptıkları konuşmalarda şu ifadeler geçer; ''biz ayrılmayı düşünmüyor, federasyon şeklinde özerklik istiyoruz. Serbest eğitim, yerel tv yayını vb.'' Güya sözümona yerel özerklikden dem vurarak Türkiye Cumhuriyeti Devleti'ne pamuk ipliği ile bağlılıklarını ifade ederler(!) Hiç bir zaman nihai hedeflerinin bağımsız Kürt devleti olacağını dile getirmezler. Niçin getirsinlerki, kuracakları devletin maliyetine tüyü bitmemiş hatda ana rahmine düşmemiş Türk'ün de katılmasını istiyorlar. Böyle bir isteklerini açık açık söylerlerse devlet o bölgelere baraj yapar mı? fabrika kurar mı? alt yapı yapar mı? Türk müteşebbüsler Kürtlere iş imkanı tanırlarmı? Gerçi paranın ve hainin dini imanı olmaz ama...

Peki bu hayallerini gerçekleştirebilmeleri mümkünmüdür.? Bugünlerde belki mümkün değil ama yarınlarda mümkün olmayacağını hiç kimse garanti edemez. Eğer Türkiye’yi yöneten başbakanlar ‘’AB’nin yolu Diyarbakırdan geçer’’ diyorlarsa artık engel mengel hak getire. Biz Türk milliyetçileride özellikle son yıllarda olduğu gibi geyik muhabbetine devam edersek, siz varın işin olacağına bakın.
AB sürecinin bizi nereye götürmek istediğini her geçen gün daha iyi anlıyoruz. Bunu bakan gözler değil ama gören gözler fark edebiliyor. Mesela Sayın Somuncuoğlu'nun ifadesini aktarıyorum ''AB'nin bundan sonra Türkiyeden isteyeceği şeylerden birisi de şuymuş; Kürtçe yayın süresi çok az olduğu gibi bu yayını yanlız yerel yayın yapan TV'ler yapabiliyor. Oysa Türkiye'nin her yerinde Kürt yaşıyor dolayısıyla Kürtçe yerel yayın yapan TV'ler yetersiz kalıyor. Bu nedenele Devletin, ulusal düzeyde Kürtçe yayın yapan TV'lerin kurulmasına ve mevcutlarının da imkanlarının artırılabilmesi için devletin yardım etmesinin gerektiği'' hususu bundan sonraki AB ödevlerimiz arasında olacakmış.
Bu dayatmayı kabullenecek bir devlet ne yapmış olacak? kendi eliyle kendi içerisinde bir devletin kurulmasını sağlamış olacaktır. Hemde Türk'ün emeği, göz nuru olan birikimlerini kullana kullana. Osmanlı’nın, asli unsurunu ihmal ede ede akibetinin ne olduğuna tarih sahidtir. Türkiye Cumhuriyeti'nin ihmalkarlığı da bizi nere götüreceği bellidir. Aman AB süreci aksamasın diye adeta şimarık çocuklara benzeyen Kürtleri memnun edeceğiz diye devlet olarak ne yapacağımızı şaşırdık. Dağdaki Kürt çoban dahi yakında devledten ''Ben garı isterem'' diye dayatırsa şaşmam. Neden olmasın? önümüzdeki günlerde AB vereceği ödevler arasına ''vatandaşını memnun edeceksin'' diye bir madde koyarsa ne yapacağız(!)

Ya Türklerin memnunluğu, onlar da kimmiş? nerede yaşarlar? neye benzerler? ne yerler ne içerler?
Maalesef işte bizler bu kadar yalnızız.Türklerin kim olduğunu geçmişte olduğu gibi bugünlerde de Türk milliyetçilerinin öncülüğünde tekrar hatırlatmak zorundayız.

Allah yar ve yardımcımız olsun.

Mehmet Soral

DEMOKRASİ DENEN ŞEY BU MU ACEP (!)

Memduh bey yine her sabah olduğu gibi yatağından kalkar kalkmaz lavoboya gitti. Sinek kaydı traşını olduktan sonra tahriş olan yanaklarını rahatlatmak için losyununu süründü. Boğaz manzaralı Fransız tipi balkonunun önüne kurulmuş kahvaltı masasındaki yerini
aldı. Kapıcının az önce getirdiği günlük gazeteleri de yanına alarak hem gazetelere göz gezdiriyor hemde kahvaltısını yapıyordu. Ülkenin son geldiği nokta itibariyle durumunu beğenmiyor, bu konudaki endişelerini çeşitli platformlarda dile getirip, ayni zamanda bir ekonomist olması hasabiyle bir çok insana düşüncelerini açıyor, onları mümkün olduğunca ülkenin sorunlarının çözümü konusunda paylaşıma davet ediyordu. Bu bir aydın sorumluğuydu.

Kendisi aynı zamanda ülkenin sayılı iş adamlarından birisiydi. Yaptığı iş özellikle dövize endeksli bir işti. Ham maddeyi dövizle alıp, işleyip mamul hale getirip tekrar ihracat yapıyordu. Dolayısıyla ekonomi sayfaları onun için önemliydi. Diğer sayfalara göz gezdirirken, ekonomi sayfalarını satır satır okuyordu.

Yakın bir zamanda yapılacak olan milletvekili seçimleri ister istemez ekonomiyi dolayısıyla döviz kurlarını etkiliyor, gelecek günler için tedirginlik yaratıyordu. Kafası karma karışıktı. Acaba libor artı beşten Londra borsasından kağıt mı alsa yoksa FED’in muhtemelen yukarı çekeceği faizler için kararınımı beklese. Bütün bunların yanında seçim sonrası meclisin yeni şekli ne olabilir. Hangi hükümet gelirse gelsin dörtyüzmilyar dolarlık bir borç gerçeği ile karşılaşacağını biliyor. Yapılan onca özelleştirmeye rağmen gelen yabancı para yaraya merhem bile olmamıştı. Oysa bunlar zaten para basan müesseselerdi.Bu müesseseler, işletmeler iki yıllık gelirlerine karşılık satılmışlar, elden çıkarılmışlar, maalesef satış fiyatının dört katı para harcansa tekrar kurulamazlardı.

Memduh Bey hayli gerildi, tansiyonunun çıkabileceğini düşünerek hemen ilacını aldı. İçine girdiği gerilimden bir an önce kurtulmak için radyonun FM bandından Alaturka müzik kanalını açarak, kulakları müzikte gözleri masmavi boğazın derinliklerinde bir şeyler arar gibi öylece daldı gitti.

Bir ara ev hanımının içeriden’’Memduh hadi çayını soğutma, iç de bir an önce gidip oyumuzu kullanalım’’ diye seslendiğini fark etti

--------

Giresun Çamoluk ilçesi Gürçalı köyünden, Satılmış sabah ezanı ile yatağından kalktı. Karanlıkta el yordamı ile elektrik düğmesini açtı, lambayı yaktı. Alelacele elbiselerini giydi.
Duvarda asılı el fenerini alarak dışarı çıktı. Kendisine ‘’yal’’ vereceğini umut ederek kuruğunu sallayan çomar ile hareketli el fenerinin ışığını takip ederek ahıra doğru gittiler. Ahıra girer girmez bütün hayvanların bakışları üzerinde toplanmıştı. Şöyle bir göz gezdirdikten sonra, hepsinin sağlıklı olduklarına kanaat getirdi. Küsbe ve saman karışımı dolu çuvallardan yemi alıp, eşit miktarlarda ineklerin yalaklarına döktü. Hayvanlar yemlerini yedikten sonra onlara su verecekti. Zaten o zaman kadar da hanımı Sultan da hayvanları sağmaya gelirdi.

Az sonra Sultan Bacı çıka geldi. ‘’
-Herif bugün ne var... emimgilin Ömer atını eğerliyordu, çarşının pazarı dün değülmüydü?
-ne olacak gız!... seçim var seçim. Oyalanma hayvanları sağda bizde gidelim.
-okmam yazmam bile yoh, netcem ben seçmi.
-Gız şöfor olacak değülsün ya, gorhma diploma istemeyola.
-ne demek herif diplama istemiyola. seçüm hökümet işi, devlet işi değulmü,
-ne devlet işü gız. Bascan möhrü.. benüm dedum yere, o kadar.
-Herif sen ehliyet almak istedün alamadun. Ohuman yoh deye
-Ey... ba verürlemikü mührü basmah içün
-Verüle tabi vörüle.
-Biz möhür bascağuz sonra ne olcak
-Başbahanı seçceğüz.
-Aboooo. O zaman bizler möhüm adamuz ölemü?
-neren möhüm gız senin. Möhüm adam fabrikada, meclisde, okulda, hukumet gonağında, masa abaşunda olu..Angara da olula.
-nasıl öyle diyon herif. En möhüm adamı seçiyoz biz.
-Orası doğru.
-E.eee o zaman möhüm adamlar seçimde ne yapıyola.
-Onlarda senin yaptıklarını yapıyola.
-Ne demek herif.. Onlarda ayni şeyi yapıyola bizde ayni şeyi yapıyoh. Olumu öyle şey?
-olu, olu. Buna demoglasi mi ne diyola.
-Eee herif demoglaside möhümlerin mührü, möhümsüzlerin mühründen az çıkarsa ne olu.
-Gız gafamı eyice şüşürdün be. Ne olacak demograsi olu işte.
-Herif eyice gafamı garuşturdun. Ba gore hiç de eyi şeyler olmaz.
-ne olur peki
-her şey bom boh olu gebime geliy.
-Neye olsunki gız.
-Herif... möhüm adamlar okudukları yere möhür basıyla bense senun gösterdun yere möhür basıyom. Bu mu demograsi oluyo?. Benim heç hoşuma gitmedi bu demoglasi. Möhüm adamlara haksızlık olmuymu?

**
22.7.2007 Pazar günü Memduh bey ve eşi ile Gürçalıköylü Satılmış ve eşleri oylarını kullandılar.
Memduh Bey eve dönerken yarınki siyasi arenanın ne olacağına kafa yorarken, Gürçalı Köylü Satılmış akşamleyin köy kırathanesinde pişpirik oynamak için kendisine kimin eş olabileceğine kafa yoruyordu.

Kesin olan bir şey vardı, sandıklar açıldığında Menduh Beyle Satılmış efendinin oyları
hiç ayırt edilemiyordu. Neyin sayesinde... demokrasinin sayesinde. (!)


Mehmet SORAL

SOL İLE İTTİFAKA HAYIRSA SAĞ İLE NEREYE KADAR?

Geniş manası ile Türk milliyetçiliği, özel manası ile Ülkücü Hareket, sola ve onun Türkiye’nin başına musallat ettiği yıkıma karşı, soğuk veya sıcak her türlü mücadeleyi vermiştir. Bu mücadele süresince, sağ ile yaptığı ittifaklar sonucu hem Türk milliyetçiliği hareketinin, hem sağın(DP, AP,DYP, ANAP gibi merkez sağ, MSP,RP,FP,SP gibi sağcı-islamcı partiler ) hem de Türkiye’nin geçirmiş olduğu merhaleleri hep beraber müşahade ediyor, biraz da günümüz olup bitenleri ile mukayese ettiğimiz de derin düşüncelere dalıp, içimizden bir of çekiyoruz. Çünkü hiç bir ülkücünün sızısı hala dinmemiştir.

Başörtüsüne sahip çıktığı kadar Türk bayrağına sahip çıkmayan, ona bez parçası diyen ve kendilerini sağcı, islamcı olduklarını söyleyenlerle, en azından zaman zaman kendi ifadeleri ile ulusal değer taşıyan, biz Türk milliyetçilerinin de sahiplendiği ortak değerlerimizi ifade eden konularda hassasiyet gösteren, birilerinin bez parçası dediği bayrak altında eylem yapan, bize göre milli bir duruş sergileyen(KKTC ve Rauf Denktaş’a destek toplantıları vb. ) ama kendilerini solcu olarak ifade eden insanları ayni katagoride mi değerlendireceğiz.

Özellikle son yıllardaki gelişmelerden sonra müşahade ediyoruz ki 1980 öncesine göre sol gittikçe millileşiyor, islamcılar, sağcılar gittikçe gayrimillileşiyorlar, liberalleşiyorlar.
Dün solcular, bugün olduğu gibi ulusal kimlikten, ulusalcılıktan bahsetmeyip, enternasyonelden baksediyorlardı. Dün başörtüsü eylemi için camileri işgal edenler bugün ruhban okulunun açılmasına çanak tutuyorlar. Bunlar daha düne kadar kendilerine sağcı demiyorlarmıy dı?
(Ülkücüler sağcı değil, milletin özü yani kendisidir diye düşünüyorum. Ayni zamanda muhafazakariz diye sağcıların günahlarına ortak olmak zorunda değiliz).

Türk milliyetçiliği hareketinin mücadelesi süresince sağ ile ittifak yapa yapa sol ile beraber ne yapabileceğimizi hiç bir zaman düşünmedik. 1960’lı yıllarda Dolmabahçe rıhtımımda Amerikan askerlerini denize atan solcular fenamı yapmışlardı? Ya da bugünlerde yapılmak istenip de birtakım engellemeler nedeniyle yapılmayan ‘netekim’ festifali’ne niçin destek olmadık ki? Bu işin içinde solcular var diye mi? Festivali düzenlemek isteyenlerle bizim aramızda fikir birliği, düşünce birliği olmasa bile müşterek bir noktamız var ki o da 12 Eylül 1980 ihtilaline karşı olmak.

Türk milliyetçileri ve solcular olarak 12 Eylül darbecilerine karşı beraber söyleyeceğimiz, haykıracağımız çok şeylerimizin olduğunu düşünüyorum. Mesela darbecilere sorabiliriz ki ihtilal gerekçesinin daha meşruiyet kazanması için ülkenin her yerinde sıkıyönetim olduğu halde günde kaç tane vatan evladının toprağa düşmesini seyrettiniz. Ayni silahın sabah bir solcuyu akşamda bir ülkücüyü öldürdüğü günlerde yani uluslararası ajanların cirit attğı, kan akıttığı günlerde sıkı yönetim olduğu halde akan kan niçin durmuyordu da 12 Eylük 1980 sabahından sonra aniden durdu? Akan kanın durmasını siz mi istemiyordunuz?
Meclisin size verdiği görevin gereğini niçin yapmadınız diye sorabiliriz.

Türk milliyetçileri olarak maalesef yanlızca solcularla yan yana gelmeyelim, gören ne der psikolojisi ile hareket ederek geçmişle hesaplaşmamızı yapmadık. Biz verdiğimiz mücadele de eğer haklıysak (ki haklıyız) niçin hesap sormaktan ‘netekim festifali’nin organizasyonunda aktif rol almaktan yada alternatifini düzenlemekten çekiniyoruz. Hoş, belki onlar bizi aralarına almayacaklardır ama en azından ‘bu festivalin yapılmaması için elimizden gelen her türlü engellemeyi yapacağız’ diye Ülkü ocakları başkanı tarafından açıklama yapılmamalıydı.
Bu organizasyonu engellemekle; 12 Eylül darbecileri ortak toplantı yapıp, milletin huzurunda;
‘tüh be bu çocuklar hiç de fena insanlar değillermiş, sırf denge uğruna boşu boşuna 9 tane mensuplarını sallandırdık, binlercesini telef ettik ’ mi diyecekler, pişman mı olacaklardı?

Solcu ile bizi yanyana görmesinler, sağcı ile ayni safta namaz kılmanın hatırına objektif analizler yapmaktan hep kendimizi alıkoyduğumuz gibi bilakis sağın bir yerlere taşınmasında adeta katalizör görevi yaptık. İşte bu nedenle Türk milliyetçilerine hep sağcı denmiştir. (solcular namaz kılmazlar demek istemiyorum, yukarıdaki ifadem maalesef 12 Eylül öncesi peşin hükmümüzdü, tıpkı bizimle yanyana namazda saf tutan insanlardan vatana ve millete zarar gelmez diye düşündüğümüz gibi.)

Bu sağcı insanlar, özellikle 1980 öncesi, Türk milliyetçileri ile biz din kardeşiyiz diyerek evimizi, aşımızı paylaştılar ancak fırsatını buldukça da kalleşlik yaptılar bugün de hala yapıyorlar. Sadece ayni dini duyguları taşıyoruz diye onları aramıza alıyorduk. Biz sanki onların koruyucu melekleriydik.?
Bu asalak keneler (kene:özellikle memeli küçük baş hayvanların cinsel bölgelerine, özellikle de hayvanın kendi çabaları ile ulaşamayacağı kıç kısımlarına vantuzları ile yapışıp, kan emerek yaşayan bit türü bir hayvan) ülkücülerin hakim oldukları okullarda güven içerisinde tahsillerini tamamladılar, ülkücülerin hakim oldukları semtlerde güven içerisinde oturdular ve ülkücü hareketin mensupları yusufiyelerde çile çekerken, onlar tahsillerini tamamlayıp, bürokraside yerlerini aldılar. Ayni ortamda olmalarına rağmen ülkücülerin içinde bulundukları bir kavgada(zaman zaman oluyordu ki bu kavgaların nedenleri yanlızca ülkücüleri değil, kendilerini de ilgilendirebiliyordu, mesela dini değerlere hakaretler vb.) okulda ise okulu, mahallede ise mahalleyi terk edip ya analarının ya da karılarının koynuna saklandılar. Bugünkü iktidara ve getirdiği nimetlere sahip oluşlarını işte o zamanki saklandıkları yerlere borçlular. Hiç bir bedel ödemediler. İşte bugünkü iktidarın kısa bir zamanda partileşip, kükümet olup bürokrasiye hakim olması o zamanlara dayanır.

Türk milliyetçileri de sağ ile ittifak yapa yapa ancak öğretmen tayinleri, polis alımları yaptırabilmiş ve daha sonralarıda bu insanların burunlarından fitil fitil getirilmiş, bazı zamanlar da olmuş ki kullanılıp bir yere atılmıştırlardır. Bunların dışında sağ ile yaptığımız ittifak ile ekonomi gibi, hazine ya da hariciye gibi devlet kademelerinde yer edinmemize fırsat verilmemiş yani sağ ile ittifakımızda işin külfeti daima bizlere yüklenmiştir.

Bugün sağcı, islamcı diye tanınan bir çok kişi, yine ülkücü camianın omuzlarında bir yerlere taşınmışlardır. Hani onlarla sağ ittifak içerisindeydik ya işte o nedenle. Bir çok ocak ve bucak da hep bu görevimizi ifa ettik. (Aydınlar ocağı, Milli Türk talebe birliği vb.) Bugün, ocak ve bucaklarda kendilerine omuz verdiğimiz, hükümet yada bürokraside görev almış insanlar, yaptığımız ittifaklar yüzüsuyu hürmetine olsun hükümet tarafından kıyıma uğratılan ülkücüler için kılılarını bile kıpırtmamaktadırlar.

Bu milletin adının Türk olduğunu kendilerine siddinsene söyletemediğimiz insanlarla yaptığımız ittifaklar kadar en azından sol ile de ittifaklar yapabiliriz diye düşünüyorum.
(burada ittifaktan kastım sadece solla hükümet olma anlamında değil, mesela barolar birliği başkanının seçiminde onların deyimi ile ulusalcı solcularla ittifak yapılabilir)
Müslümanım, liberalim diyenle yola çıkmaktansa solcuyum Türk’üm diyenle yola çıkmayı yeğlerim.
Neden böye diyorum?
Sağcıyım, islamcıyım diyen birisine Türkiye de açılan kiliselerden ve dolayısıyla buna çanak tutan ve bu yolda AB uyum yasaları çıkaran hükümeti eleştirdiğimde bana verdiği cevap,
-Ne olmuş canım biz de Almanyada camiler açıyoruz.
Şeklinde olmuştur.
Bir başak örneği de Sayın Ümit Özdağ’dan dinlemiştim.
Adamın birisi soruyor,
-Hocam düşman gelse, buralara yerleşse, dinimizede karışmasa ne olur ki?

İşte yukarıda kendilerine güvenemeyeceğimi ifade ettiğim müslümanlar bu tip, yani siyasallaşmış müslümanlardır. Ayni zamanda sağcı insanlardır. Ama biz bu tip insanlarla çeşitli vesilelerle belki kırk yıldır ittifaklar yaptık değil mi?

Türk milliyetçilerine sormak isterim; Atilla İlhan Beyle mi ittifak yapaılm yoksa Şevket Eygi beyle mi ya da Abdullah Dilipak ile mi? Mümtaz Soysal Hoca AB dayatmalarına karşı 57. hükümetteki MHP den daha çok sert ve makul açıklamalarla karşı durmadı mı? Yalçıntaş Hoca Türk milliyetçilerinin omuzlarında oralara gitmedi mi? Mümtaz Soysal Hoca ile mi ittifak yapalım yoksa Nevzat Yalçıntaş Hoca ile mi?

Ben şahsen Mümtaz Hocayı tercih ederim.

Mehmet Soral
ESTAĞFURULLAH HADDİMİZEMİ DÜŞMÜŞ

Zaman zaman düşünüyorum, elin bize yaptığı kötülüğü anlayabiliyorum fakat bizim kendi milletimize yaptığımız kötülüğü veya daha hafif bir ifade ile ihmalkarlığ anlamakda zorlanıyorum.

Türk milleti, kendi töresinden gelen ahlak anlayışı ile İslami hoşgörünün kendisine yüklediği misyon gereği bir çok millete özellikle mazlum milletlere kol kanat olmuştur. Avrupada özellikle Balkanlarda ufak tefek bir çok etnik grubu, bu bölgede sağladığı altıyüzyıllık huzur ortamı sayesinde Avrupanın barbar milletleri tarafından asimile edilmelerini önlemiştir. Diğer yandan yine Ortadoğuda özellikle parça parça olmuş Arab milletinin kendi aralarındaki kavgayı, getirdiği yönetim anlayışı ve devlet felsefesi ile sona erdirmiştir.

Yeni feth edilen topraklar sürekli islah ve imar edilmiş ve yerli tebaya da devlete bağlılıkları dışında önemli bir sorumluluk getirilmemiş. Alınan vergiler dahi gelir temin etmenin yanında bir çok yerde de devlete karşı girişilebilinecek çeşitli organizasyonlarda mali güç olarak kullanımlarını önlemek amacıyla alınmıştır. Zaten devlet yabancı tebanın imar ve iskanı ve buna bağlı ihtiyaçlarının giderilmesine yönelik her türlü imkanı sağlıyordu.

İmparatorluğun son zamanlarında yabancı tebaya sağlanan kapitilasyonlar Türk'ün aleyhine olacak başka bir süreci başlatmıştır. Devlete isyan etmeyen hiç bir millet ya da etnik grup tabiri caizce paşalar gibi altıyüzyıl boyunca huzur içerisinde yaşamışlardır. Dahası da var; insanlara tanıdığımız imkanların az olduğunu düşünmüşüz bir de onları saraya almışız. Saraya giren tekfur kızları, paşalara eş olan prensesler ve üstüne üstlük sanki Türklere kıtlık gelmiş gibi devşirme edilen azınlık çocuları sayesinde, Türklerin içinde ama Türkden öte bir sınıf oluşmuş ve maalesef bu sınıf daha sonra asli unsur olan Türk’ü tanımlarken ‘idraktan yoksun’ sıfatını layık görmüştür. Dünyanın neresinde bir millet var ki kendisine hakaret eden düşünceyi, kültürü ya da sınıfı sarayında büyütüp, bünyesinde barındırıp gelişmesine müsaade etmiştir.
Kendisi ile öğündüğümüz, mirascısı olduğumuz Osmanlı İmparatorluğu asli unsur olan Türkleri ve onun kültürünü ihmal ede ede sonunda kendisini imha eden yozlaşmış bir zihniyetin, kültürün oluşmasına imkan sağlamıştır. Zengiliği ile öğündüğümüz bu Osmanlı kültürü Türk’ün geleneksel kültürünü adeta asimile eden ayrık otlarının gelişmesine müsamaha göstermiştir. Hangi dönemde Osmanlı sarayında Karacaoğlan’ın sazını ya da sözüne rastlayabiliyoruz ya da Yunus Emre’nin şiirine. Buradaki kastım Osmanlı kültürünü eleştirmek ya da küçük görmek değildir. Benim söylemek istediğim Türk'ün kendi iradesi ile kendisi adına ama kendisine benzemeyen bir kültürün oluşup gelişmesine sebep olmasıdır. Osmanlıca denen saray dili buna bir örmektir. Bu dil Türk insanının arasındaki iletişimin kopmasına sebep olmuştur. Devlet bir ferman yayınlıyor ama maalesf fermanda ne demek istendiğini devleti yönetenlerle saraya yakın olanlar anlıyor bunun dışında asli unsur olan ne Yozgat’lım ne de Çankırılı insanım bir şey anlamıyordu. Böyle tezatlık olur mu? Özellikle sanatda, edebiyatda bu saray dili kullanılıyordu. Bu olumsuzluğa rağmen ayni süreçde Anadoluda tertemiz bir Türkçe konuşuluyordu. Aşırı hoşgörü ve imparatorluk yapısının doğal sonucu olarak asli unsur olan Türklerin özellikle yönetimdeki etkinliği git gide zayıflamış ve nihayetinde imparatorluğu oluşturan diğer etnik unsurlarla ayni seviyeye çekilmiştir. Devletin Türk kimliği zayıflamıştır. Nihayetinde Türk için ‘idraktan yoksun insan’ tanımlaması yapılarak son nokta konulmuştur. Bu sözü belki hiç bir padişah ya da sadrazam vb. kullanmamışlardır ancak bunu ifade eden bir güruhun sarayda yuvalanıp
Gelişmesine zaman zaman da hakim olmasına sebep olmuşlardır.

Bugün hepimiz biliyoruzki sermaye ve insan emeği köklü bir kültür ile bir arada olduğunda müthiş bir güç haline geliyor. İngiltere buna bir örnektir. Tarihi süreci geriye doğru aldığımızda görüyoruzki İngiltere'nin her dönemde güçlü bir devlet olduğuna müşahade ediyoruz. Çünkü ulus kimliğinden zerre kadar taviz vermeden dünya siyasetinde yerini almış, etkinliğini muhafaza etmiştir. Fransa, Almanya, Japonya, Çin vb. gibi.
İngiltere gittiği, işgal ettiği her yerde İngiliz kültürünü hakim kılmak, en azından empoze etmek istemiş ve buna da muvaffak olmuştur. Osmanlı, döneminde gönülleri feht etmeye düşünmüş, İngiltere gibi ülkeler ise İngiliz milletinin istikbalini kazanmayı düşünmüş. Bugün İngilizcenin dünyada hakim dil olmasının tek nedeni bundandır. İngilizce öğretmek başta İngiltere olmak üzere bir çok ülkede adeta turizimde olduğu gibi bacasız bir sanayi haline gelmiştir.

Peki biz Türkler Adriyatikten Çin seddine kadar uzanan bir çoğrafyada konuşulan dilimizi, hadi diyelim İngilizce kadar olmasa bile niçin beynelminel, konuşulan bir dil yapamadık. Çünkü övünmemize en çok vesile kıldığımız unsurlarımız, kıymetlerimiz buna mani olmuşlardır.. Mevlana gibi bir övünç kaynağımız eserlerini Türkçe yazmamış. Osmanlı gibi bir devletimiz resmi dilini Türkçe yerine Osmanlıca denen yapay bir dile dönüştürmüş. Yani devletin resmi dilinden tutalımda edebiyatına kadar kullanılan ana unsurlar, Türk menşeyli değil Arab, Fars biraz Türkçe ve diğer unsurlar olmuştur. Bir devletin dilinde ve edebiyatında, devletin hakim olan unsurunun yani ırki kimliğinin dili kullanılmıyorsa bu devletin akibeti ne olabilir ki? Devlet, ordu hariç her yönüyle homojen bir görünüm almıştı.

Ordu genellikle Türk askerlerinden oluşuyordu. Türkler’in savaşmanın dışında fazla bir görevi yoktu. Sermayeye dayalı her türlü işler azınlıklara bırakılmıştı. Avrupa sanayi devrimini gerçekleştirirken Türkler buna iştirak edemediler. Çünkü serhat boylarında nöbet tutmaktan dolayısıyla savaşmaktan sermaye oluşturmaya vakit bulamayan Tükler, kendi aralarında Türk burjuvasisini oluşturamamışlardır. Sermayenin ve emeğin yerli olmadığı durumlarda hakimiyetinde Türkler tarafından sağlanması düşünülemezdi. Yabancı sermaye üretime katkı sağlar ama hakim unsur olduğunda istediği zaman ülkeyi zaafa uğratabilir. Bu nedenle Atatürk ilk önce yerli sermayenin güçlenmesi için önayak olmuş ve devlet eliyle fabrikalar, tesisler kurmuş, kurduğu İş Bankası yoluyla krediler dağıtmıştır. Kol gücünün de o zaman için köylüye dayanması nedeniyle (maalesf en güçlü semaye köylü insanımızdı) ‘Köylü milletin efendisidir’ diyerek köylüyü onura etmek ihtiyacı duymuştur. Maalesf belki çok acıdır ama ifade etmekten geçemiyeceğim, Osmanlı; Türk’ü köylü düzeyinde bırakmış, azınlıkları efendi yapmıştır. En büyük Türk milliyetçisi Atatürk de Türk’ün bu kaderini tersine çevirmeye çalışmış ve Türk köylüsünün efendi olduğunu ifade ederek işe başlamıştır. Bu nedenle de Atatürk milli bir devleti yani Türk’ün adına kurmak istediği devleti inşa ederken en büyük sermayesi yine en milli kalmış olan Türk köylüsüydü.

Bütün bunları niçin anlatmaya çalıştım?

Özellikle tatile gittiğim yerlerde, geçmişten günümüze kadar gelmiş olan eserlere ve kalıntılarına bakıyorum, onları inceliyorum. Tükiye’nin büyük bir kesiminde Osmanlı eserlerine rastlayamıyorum. Buralarda Osmanlı İmparatorluğu döneminde üretime katkı sağlayan bugünkü manada fabrika yada işletmeye statüsündeki birimlere rastlayamıyoruz. Oysa bugün Bosna’da Bulgaristan ve Yunanistanda bir Ege ve Karadenizde olduğundan daha çok Osmanlı eseri var. Yani bahsettiğim bu yerlerden daha önce Türkleşmiş olan Anadolu’nun bir çok bölgesi devletin nimetlerinden mahrum bırakılmış. Bir yerde devletin ne kadar eseri varsa orada devletin o kadar gücü ve ilgisi var demek değilmidir. Maalesef işte bu bölgelerde Türkler kendi hallerine terk edilmişler, doğal olarak da gelişmenin ve sermayenin buralara yayılması sağlanamamıştır. Türkler ufak çaplı esnaf seviyesinde, zanaatkar olarak kalmışlardır. Bu dahi ahilik teşkilatlanması sayesinde sağlanabilmiştir. Bu yapının kaynağında da Türk ahlak anlayışı vardır.

Bir zamanalar kimliğimizi, Türklüğümüzü feda etgtiğimiz serhat boylarındaki milletler bugün hakkımızda ne düşünüyorlar? Bosna da Türkçe konuşulması yasaklanmış, Yunanistanda Türklere Türk denmesi devletin resmi literetuarında yoktur. Arnavutluk da Türkçe bilen Arnavutlar kasden Türkçe konuşmuyorlarmış( TRT spikerinin beyanı)
Anadolu’nun bozuk yollarında katırlar dahi yük taşıyamıyorken Hicaz’a demir yolu yapmışız. Bugün ise Suudiler Osmanlı’nın hatırası bir kaleye bile tahammül edememişlerdir. Bütün Arab çöllerini kutsal mekanlar diye ihya etmişiz onlar ise bugün batının dümen suyuna girmiş işbirlikçiler olarak karşımıza çıkıyorlar. Mehmetçik katillerini koruyorlar. Müslümanlığımız adına onlara çok şey vermişiz ancak müslüman olmalarına karşı onlardan hiç bir zaman emin olamamışız. Birtanesi olsun KKTC’yi tanımadı.

İşte bütün bu süreçler aklımdan geçtikçe Osmanlı İmparatorluğuna sitem ediyorum. Türklüğe bilerek veya bilmeyerek zarar vermiş kişi, millet, imparatorluk kurum ya da kuruluş her kim olursa olsun dile getirmek bir Türk olarak vicdani sorumluluğumdur.
Türk’ü sevmek; bir ibadet kadar rmakbul, soğuk kış gününde, kuytu bir köşede, iliklerimize kadar hissedebildiğimiz,
tepemizdan aşağı ılık ılık akan sıcak su kadar azizdir.


Bir Türk olarak içimi dökmek istedim, hespisi bu kadar.
Osmanlıya kem sözmü söylemek,
Haşa, estağfurullah, tövbe tövbe, haddime mi düşmüş(!)


Mehmet Soral

18 Şubat 2009 Çarşamba

önce insan

ÖNCE İNSANIZ…

Sahip olduğumuz güzelliklerin kıymetini, illaki onlara karşı açlığı, diğer bir ifade ile onların yokluğunu yaşayarak mı taktir edeceğiz? Şayet; insan arzuladığı halde, bazı şeyleri yaşayamıyor, hissedemiyor ya da tadamıyorsa, bu durumda, kendisinde olan ama başkalarında olmayan ya da nadir olan şeylere sahip olmanın ayrıcalığını düşünerek, onları, yaşayamadıklarının, hissedemediklerinin ya da tadamadıklarının yerine ikame edebilir. Ruhen kendisini bu şekilde tatmin yoluna gidebilir. Başkalarının sahip olamadıkları şeylere sahip olduğumuz gerçeğini zaman zaman hatırlamak, insana sıkıntılı anlarında, çaresiz kaldığı durumlarda büyük bir rahatlama sağlayacağı gibi yaşama sevincini artıracak, yarınlarından daha ümitli olmasını sağlayacaktır.
Her insanda yaşama sevincini, yaşama mücadelesini artıracak o kadar çok ayrıcalıklar vardır ki maalesef onları kaybettiğimiz zaman fark ederiz.

Başkalarının taktirini beklemeden, toplumun değişik kesimlerindeki rollerimiz ve taşıdığımız sorumluluklarımız adına bırakalım başkalarını, kendimizi tatmin edebilecek görev ve yükümlülüklerimizi yeterince yerine getirebiliyormuyuz? Bu soruyu sürekli kendimize sorup, cevabını da vicdanımızı rahatlatacak şekilde alabiliyormuyuz? Zaman zaman böyle bir muhasebe içerisine girmeliyiz diyorum. Kendimize saygı duyalım ve var olan imkanlarımızla mutlu olmanın yollarını arayalım. Sahip olamadığımız, ya da sahipken bişekilde kaybettiğimiz değerlerimiz için sürekli olark neden, neden…….? gibi sorular sorarak hafızamızı meşgul edip, gelecekteki mutluluğumuzu da ipotek altına almamalıyız.

Bir an için, öksüren çocuğumuzu doktora götürdüğümüzü düşünelim. Bekleme salonunda sıramızın gelmesini beklerken hemen yanınızda oturmakta olan, ayni rahatsızlıktan şikayetci ama bir farkla, ayni zamanda zihinsel özürlü olan bir başka yavruyu düşünelim. İşte o zaman evden çıkmadan önceki telaşımızı unutup, yaşıyorken bazı kimselere göre ne kadar avantajlı durumda olduğumuzu düşünür, herhalde Allah'a şükrederiz.
O yavrunun anne ve babasının, imrenen gözlerle üzerimize yönelmiş kaçamak bakışlarını fark etmemek mümkünmüdür?

Bir çok insan vardır ki çok arzulamalarına rağmen bazı gıdaları alamaz, bazı durumları yaşayamaz ya da hissedemezler. Belki ruhi belki fizyolojik yapıları bunu kaldıramaz. Bu insanların çoğu varlıklı da olabilir buna rağmen içlerinden bazıları bir bardak acılı turşu suyunu içebilmenin, tekerlekli sandalyeden kurtulup bir adım atabilmenin, kırmızı diye seslendirilen rengi görebilmenin özlemi ile bir ömrü tüketebilirler.

Geceleri başımızı yastığımıza koyup, günün muhasebesini yaptığımızda 'ben bugün işimi başarı ile yaptım' diyebiliyormuyuz? Günlük yaşamda, kaç arkadaşımızın iş ilişkisi dışında halini hatırını soruyoruz, kaç çocuğu sevindirip, kaç fakire sahip çıkabiliyoruz? Kaç damla gözyaşının silinmesine ya da aksine kaç damla gözyaşının akmasına sebep olduğumuzu düşünüyoruz?

Egoistçe bir yaşam almış bizi bilmediğimiz yerlere doğru götürüyor. İnsanlığımız yavaş yavaş azalıyor! Bir kum saati misali, kum bitecek ve insanlık kendi ipini çekecek diye korkuyorum.

Bütün bunlardan öte mazimizin birer tecrübe yüklü hazinesi olan mezarlıkları ve dolayısıyla ölülerimizi ne sıklıkla ziyaret edebiliyoruz?
Geçmişimiz ve geleceğimiz arasındaki farklı bir zaman dilimidir, mezarlık ziyareti. Metafizik dünyada yolculuğa çıkmaktır… Bir mermerin soğukluğu kadar ,bir ürpertinin sıcaklığınının tepemizden aşağı doğru akdığını hissederiz… mezar başında. Kaybetmekten korktuğumuz en değerli şeylerimiz gelir aklımıza. Annemiz, babamız, eşimiz çocuklarımız, sağlığımız, yarın için umutlarımız velhasıl tüm dostlarımız. Hemen koşup, onları bir an önce kucaklayıp, bağrımıza basmak isteriz. Çünkü onlar hala vardırlar ve hala bizimdirler.

Velhasılkelam,
Önce insan olduğumuzu hatırlarız,
Mezar başında.


Mehmet Soral
Ocak 2001

17 Şubat 2009 Salı

Gazeteyi sonundan okumak.


Bir sitemim var dostlar, ucuzluğa, vudumduymazlığa, aşırılıklara..
Oldum olası, gazeteyi son sayfasından başlayarak okuyan insanlardan hoşlanmamışımdır. Bu tür insanları umursamaz, atalarımızın da dediği gibi 'vurdumduymaz kör Ayvaz', olarak görürüm. Gazetenin manşetini okumadan, bir önceki günün yaşanmış önemli olaylarını öğrenme merakını gidermeden nasıl olur da tersten okumaya başlarlar hayret ediyorum. Bu insanlar, ülkemizin içinde bulunduğu ya da karşı karşıya kaldığı problemler karşısında ne tavır alırlar, ne düşünürler diye doğrusu merak ediyorum, merak etmekle birlikte pek de endişe duyacaklarını sanmıyorum. Bence ülkesi ve milleti için endişe taşıyan insanların sayısı arttığı sürece ülke olarak arzuladığımız düzeye ulaşacağız, ancak gazete okumakta olduğu gibi, her şeyi tersinden yapmaya devam ettiğimiz sürece de bir yere varacağımız yoktur.

Yukarıdaki ifadelerimden de anlaşılacağı üzere benim endişem Türkiye de özellikle futbolun, düşünen beyinleri dumura uğratmaya başlıyor olmasıdır. Rekabet adına yapılan çirkin davranışlar ve sarf edilen sözler çok samimi arkadaşları bile birbirine küstürmektedir. Televizyonlarda tartışılan hakem hataları ve kaçırılan goller kadar en azından birzada ülkemizin problemleri tartışılmış olsa, sözkonusu tartışmalar için harcanan zamanın bir kısmı sivil toplum örgütleri içerisinde yapılacak çalışmalara ayrılsa fenamı olur. İnanıyorum ki ne zaman en iyi futbolcumuz ayni zamanda bankacı, duvar ustası, mühendis yada din adamı olabilirse işte o zaman ülkemizin geleceğinin parlak olacağını düşünüyorum. Talep ettiği transfer ücretinin kaç haneli sıfırdan oluştuğunu bilemeyecek kadar bilgiden yoksun futbolcu denen insanların (istisnalar hariç) bugünkü sosyal konumlarını hak ettiklerine inanmıyorum. Hatta bu futbolcuların sosyal popüleritesine aldanıp onlarla evlenen,iyi yetişmiş, tahsilli ama bir okadar da talihsiz güzel kız, yaşamayı güzel ve zevkli hale getiren fikir ve düşünce zenginliğinden yoksun futbolcu eşlerinin zayıf birikimleri karşısında, hayal kırıklığına uğrayıp, mutsuz olabilmektedirler.

Maalesef ülkemizdeki futbol anlayışı ve sektörü, her geçen gün en enerji dolu kitleleri milli ve ulvi değerler karşısında tutarsız, duyarsız ,tepkisiz kuru yığınlar haline getirmektedir.

Yani kısaca bir şairimizin dediği gibi 'statyumları dolduran insanlar gol yerine ol diye bağırsalar Türkiye'nin halledemeyeceği sorunu kalmaz' diyorum.

Bazen de deli gönül diyor ki birazda sen gazeteni son sayfasından başlayarak oku ki dinlenesin(!)
Aslında gazete okumak dinlenmektir biraz ama bilader bizimkilerde dinlenmeye hiç fırsat vermiyorlarki.

Mehmet Soral

15 Şubat 2009 Pazar


ÖLÜM


Güneş, son nefesini vermek üzere,
kaydı penceremin önünden aşağı.
Nazlı gelin edalı, akşam karanlığı,
Olmayacak sabahın habercisimi acep?

Ölüm, sanki karşı kapının arkasında,
Göz kırpıp kırpıp kaçıyor bana,
Hem arzulayan, hem naz yapan
Bir sevgili misali, içimi yakıyor.

Şıngır mıngır bir sedye sesi koridorda,
Belki bir yaşam geliyor, belki de gidiyor.
Bir telaş ki ama ne telaş
Uçuşuyorlar sanki, başucumda sedyeler.

Haydi git öteye, ne olur ölüm!
Yarın oğlumun yaş günü de var.
Karım gelecekmiş ziyaretime,
İnce parmaklarıyla sarılmış
Sarma getirecekmiş bana;
Kokusuna hasret, nefesine muhtacım.
Bırak beni ölüm bir sabahlık kadar.


Mehmet Soral, Ekim 2000